Atasoy Müftüoğlu Konferansı

Günümüzde yaşadığımız Filistin ve Gazze katliamları Müslümanlarda ağız tadı bırakmadı diyeceğim ama pek ciddiye alındığını da göremiyorum. 21. yy. Soykırımı yapılırken Dünya üç maymunu oynuyor, BM'ye verilen önerge her zaman olduğu gibi ABD ve yandaşları tarafından veto edildi. Katliama devam, Soykırıma devam denildi. Allah cc. Bu soykırımın hesabını bütün Müslümanlara soracağından şüphesi olan imanını sorgulasın.

12 Aralık 2023 - 09:26
Düşünce dünyamızın mümtaz şahsiyetlerinden Atasoy Müftüoğlu tarafından verilen "Akılsız ve Düşüncesiz Umutlar Konferansı" bu konuda nerede sınıfta kaldık, Allah'a hesap verirken bize neler sorulacak öğrenmek isteyenler mutlaka bu videoyu izlesin herkese izletsin, Belki irfanımızın artmasına vesile olur.

KONFERANSTAN SATIR BAŞLARI

Günümüz dünyasında, pek çok vesile ile, sık sık resmi sömürgeciliğin sona erdiği söyleniyor, ancak, ideolojik/kültürel/teknolojik/bilimsel/kurumsal sömürgeciliğin etkili bir şekilde devam etmekte olduğu gereği kadar farkedilmiyor, sorgulanmıyor. Hızlı, yoğun, dönüştürücü teknolojik ilerleme karşısında insani bir dünya için neler yapılabileceği; otomasyon, dijitalleşme ve yapay zekâ sömürgeciliğine hangi ölçüde, hangi kültürle cevap verilebileceği bilinmiyor, düşünülmüyor. Teknolojik değişim-dönüşüm, bütün toplumlarda eşitsizlikleri derinleştiriyor, teknolojik adaletsizlik yayılıyor. Otomasyon, dijitalleşme ve yapay zekâ insanı-insanlığı değersizleştiriyor. Araçsallaşmanın, araçsallaştırılmaların küreselleştiği bir dünyada anlam aramak, anlam üretmek, anlamı-anlamları temsil etmek içi boş bir uğraşa dönüşüyor.

Küresel bağlamda her durumda etkili olan ideolojik unsurlar, dijital teknolojiler aracılığıyla halkların-toplumların-siyasal hareketlerin-yapıların zihin dünyalarını istenilen doğrultuda yönlendirebiliyor, yönetebiliyor. Çıkara ve iktidara tapınılan bir toplumda/dünyada, ahlaki ilkeler-idealler insanların bilincinden/kalbinden sürgün ediliyor. Özellikle İslam toplumlarında siyasal kibir, popülist demagoji ve taşralı zihin dünyası siyasal bir felç durumu oluşturuyor. İslam toplumlarında tarih, sürekli olarak geri adımlar atıyor. Bu durum, militarist Siyonizm ve Filistin’in sömürgeleştirilmesi karşısında, İslam ülkelerinin, Türkiye’nin de, içselleştirdiği teslimiyetçi politik yaklaşımlarda somut olarak görülebilir. Siyonist sömürgecilik karşısında yaşanan çok derin ve telafi edilmesi mümkün görünmeyen İslami onur kaybı, İslami kesimleri, ya da kendilerini muhafazakâr olarak tanımlayan kesimleri hiç bir biçimde incitmiyor, rencide etmiyor.

İslam dünyası toplumları/kültürleri, karşı karşıya bulundukları ağır yenilgilerle, ağır bağımlılıklarla, aşağılayıcı edilgenliklerle, utanç verici teslimiyetçiliklerle yüzleşmediği, yüzleşmeye cesaret edemediği için, tarihe hep geç kalıyor, Siyonist sömürgecilik karşısında sergilediği yüz kızartıcı teslimiyetçilik örneğinde de görülebileceği üzere, tarihin nesnesi haline getiriliyor, bu nedenle de hiç bir şekilde yeni başlangıçlar yapamıyor. Bu du rum toplumlarımızda kültürel ve psikolojik yaralanmalara, kimlik zedelenmelerine/aşınmalarına/ kaymalarına neden oluyor.

İslam toplumları, Müslüman halklar/kültürler, akılsız umutlara, akılsız bağlılıklara, akılsız sadakatlere, akılsız tercihlere, din’i bir meşruiyet kazandırdıkları için, tarihe etkin bir özne olarak katılamıyor. Akılsız umutlar, akılsız bağlılıklar, akılsız sadakatler ve tercihler, İslam toplumlarında bağlayıcı bir geleneğe dönüştüğü, etkili bir gelenek olarak bugün de yaşamaya devam ettiği için, bu toplumlarda, içerisinde yaşadığımız toplumda da, düşünen/üreten/sorgulayan/eleştirel/ bağımsız zihinler yetişmiyor. İslam toplumlarında, iktidarlar; halklar, gerçeklerle yüzleşmesinler, yüzleşemesinler diye, yoğun bir biçimde umut sömürgeciliği yapıyor ve kitleleri akılsız/düşüncesiz umutlar içerisine hapsediyor. Akılsız umutlar ve akılsız tercihler sebebiyle, zorlu sorunlarla, hep biriktirdiğimiz ve hiçbir şekilde cevap veremediğimiz tarihsel yapısal sorunlara nasıl yaklaşabileceğimizi bilmiyoruz. Neyi bildiğimizi, neyi bilmemiz gerektiğini, neyi/neleri bilmediğimizi de bilmiyoruz.

Varoluşlarını, akılsız ve düşüncesiz umutların ufku içerisine kapatan topluluklar, kendi zihin dünyalarını, bu zihnin imkânlarını ve potansiyelini gereği gibi değerlendiremezler.

Düşünmeyen, sorgulayamayan, merak etmeyen, keşfetmeye çalışmayan akılsız umutlar, tarihte pek çok karşılaşıldığı ve yaşandığı üzere, ağır yenilgilerle karşılaşırlar. Akılsız umutlar bağlılıklar ve sadakatler, insanı da, toplumu da yüzeylere ve yüzeyselliklere mahkûm eder.

Akılsız umutlar ve sadakatler; insanın-toplumun düşünme gücüne-iradesine sahip olmasını istemezler. Eleştirel düşüncenin etkili olduğu bir toplumda, akılsız umutlar ve akılsız tercihler belirleyici olamaz. Düşünme gücüne ve iradesine sahip olmadığımızda, bir gelecek vizyonuna da sahip olamayız.

Yüzeylere, yüzeylerin, sayıların, hesapların ve çıkarların dünyasına hapsedilen hayatlar, düşüncenin kalbine, yoğunluğuna ve derinliğine yabancılaşırlar. Bu yabancılaşma sebebiyle Müslüman halklar-toplumlar-kültürler, bugün, ‘‘şanlı tarih’’, ‘‘ezan-bayrak’’ ve ‘‘yerli-milli’’ retoriğiyle ve akılsız-düşüncesiz umutlarla hayatta kalmaya çalışıyor, dünyanın/hayatın/tabiatın/ toplumun/insanın tekno-bilimsel amaçlarla nesneleştirilmesi karşısında etkili-anlamlı hiçbir şey söyleyemiyor.

İslami düşünce-kültür-edebiyat-ilahiyat hayatı, kendilerine dayatılan resmi meşruiyeti, geleneksel/konformist meşruiyeti, yerli-milli meşruiyeti, bu meşruiyetin sınırlarını aşarak, akılsız umutları, umut sömürgeciliklerini sorgulayabilecek, gerçek umutlar için neler yapılabileceğini konuşmak üzere, eleştirel bir entelektüel ortam-iklim-çevre-kadro oluşturamıyor. Aziz İslam’ın, bir çıkar, iktidar ve istismar aracı haline getirildiği, akılsız umutların, sadakatlerin ve tercihlerin sınırsız bir biçimde şeyleştirildiği, ahlaki/ zihinsel/toplumsal altüst oluşların farkedilmediği, rahat hayatlar adına hakikat ve adalet hassasiyetinin terkedildiği zamanlarda yaşıyoruz.

Bugün, akılsız bağlılıklar ve sadakatler, bütün yabancılaşmaları/yozlaşmaları/yolsuzlukları/yalancılıkları/ ikiyüzlülükleri/sahtelikleri/kirlilikleri/adaletsizlikleri alkışlayabiliyor.

Çıkar ve iktidar mücadelesi, bütün anlamları/değerleri/bütün bilgelikleri değersizleştirme, yok etme, hakikati savsaklama pahasına sürdürülebiliyor. Çıkar ve iktidar mücadelesi; bir propoganda, manipülasyon, trol/aparatçik toplumu oluşturuyor. Bu tür toplumların hiçbir niteliğe, yoğunluğa ve derinliğe tahammülleri olmadığını bilmek gerekir.

Hiçbir niteliğe, yoğunluğa ve derinliğe tahammül edemeyen popülist propoganda toplumu; bugün bütün bir toplumu biyolojik bir süreçler toplamına indirgemiş bulunuyor. Kitleler bugün muhafazakâr bir lumpenliği, kaba saldırgan bir milliyetçiliği ve sağcı bir hedonizmi tecrübe ediyor. Duyarsız, hissiz, ruhsuz bedensel varoluşlar, hayatı ve İslami bilinci araçsallaştırıyor. Duyarsız, hissiz ve ruhsuz bedensel varoluşlar, niteliğe/estetiğe ve terbiyeye yer vermeyen bir toplum oluşturuyor. Anlam, bilgelik ve liyakate saygı duymayan popülist propoganda dili/söylemi/siyaseti ancak, yüzeylerle, biçimlerle, sayılarla, hesaplarla, araçlarla, çıkarlarla, sahteliklerle, hazcılıklarla, narsisizmlerle, gündelikçiliklerle, gösterişçiliklerle ilgilenebiliyor.

Günümüz dünyasında-toplumlarında, bütün modern değerler, ideolojik propoganda yoluyla, ancak, teorik değerler-çerçeveler olarak gündemde tutulabiliyor.

Aynı şekilde, modern evrensellik fikri de, sadece teorik bir propoganda evrenselliği olarak gündemde tutuluyor. Modern evrensellik düşüncesi, ‘‘medeni’’ değerlere vurgu yapıyor ancak, göçmenler-mülteciler, özellikle de, Müslüman göçmenler-mülteciler söz konusu olduğunda bütün evrensel değerler buharlaşıyor, evrensel barbarlık hayata geçiriliyor. İnsanlığı parçalara bölen ulus-devletler, insanlığı ahlaka/vicdana/merhamete yabancılaştırdı. Batılı ideolojik-modern evrenselciliğin, evrensel insanlığa hiç bir iyiliği dokunmadı. Sömürgeci kötülükler utanç verici bir tarih oluşturdu. Bu utanç verici tarih, bugün, terörizmi göçmenlikle ilgilendirme kolaycılığını-fırsatçılığını sergilemekten imtina etmiyor. Emperyalist saldırı, sömürü, işgal-istila ve zulümlerden kaçan, çöllerde-denizlerde tehlikeli-geleceksiz yolculukları göze alan Müslüman yoksul kitleler, bin bir güçlükle ulaşabildikleri her yerde, ulusal sınırlar boyunca tel örgüler, bariyerler ve duvarlar tarafından karşılanıyor. Mülteci-göçmen sorunu, insanlığın bugün, ırkçılığın dehşet verici yanı ile bir kez daha yüz yüze geldiğini, evrenselliğin çok bayağı bir propoganda malzemesi olduğunu gösteriyor.

İslam toplumlarında, içerisinde yaşamakta bulunduğumuz toplumda da, görülebileceği üzere, akılsız umutlar, bağlılıklar ve sadakatler, yapısal/ tarihsel sorunları derinleştiriyor. Sözünü ettiğimiz bağlılık ve sadakatler, Müslüman bireylerin, aydınların, politikacıların, ahlaki/vicdani/entelektüel bağımsızlıklarını yok ederek, bireyleri/ aydınları ve politikacıları, hissiz/hareketsiz/eylemsiz kölelere/robotlara dönüştürüyor. Büyük niteliklere, büyük bilgeliklere ihanet pahasına, büyük sayılara hitap eden, duygusallıklar, romantizmler, nostaljiler içeren, politik propoganda/popülizm/oportünizm dilinin, hakim bir dil/söylem haline gelmiş olması sebebiyle, toplumlarımızda, Türkiye’de de, İslam düşüncesi hiç bir şekilde toplumsallaşamıyor, entelektüel yoğunluk/birikim/ yeterlilik temelinde, eleştirel-kamusal bir harekete dönüşmüyor. İslami anlamların, bilgeliklerin, iktidar ihtirasları adına hunharca ve barbarca hırpalanması, sömürülmesi, bayağı bir propoganda malzemesi haline getirilmesi, yerli-milli bir retoriğin içerisine hapsedilmesi, resmileştirilmesi, devlet realizmi doğrultusunda hizmete memur edilmesi sebebiyle İslam, bugün, toplumlarımızda, ancak, yerel-folklorik-resmi bir mevcudiyetin, propoganda amacıyla gündemde tutulan bir mevcudiyetin ifadesi olmaktan öte bir işlev-misyon sahibi değildir. İslam, günümüzde, Müslümanlar tarafından marjinalleştiriliyor, yerelleştiriliyor. Yerli-milli sınırlar-değerler, yaklaşımlar içerisine hapsedilen İslam, Müslüman hayatları bütün boyutlarıyla etkileyemiyor, dönüştüremiyor.

Bugün, İslam, İslam’ın kimi biçimsel tezahürlerini temsil eden muhafazakârlıklar biçiminde temsil edilebiliyor. Modernitenin ve geleneğin baskılarına-etkilerine maruz kalan Müslüman zihin, özgün-bağımsız İslami bütünü-bütünlüğü bütün boyutlarıyla idrak etmekte, tecrübe etmekte, içselleştirmekte zorlanıyor. Büyük ikilemler, büyük çelişkilerle sınanan İslami çevreler, ahlak ve onuru seçmek yerine; ekonomik rahatlık ve ekonomik başarıyı seçiyor. Akılsız-düşüncesiz umutlar, bağlılıklar ve sadakatler, trolleşmeyi-lumpenleşmeyi toplumsallaştırıyor. Politik-popülist propoganda dili-söylemi, sadece trol sürülerinin ve lumpen kesimlerin ilgisini çekiyor. Ahlaki suçlar-kirlilikler-patolojiler genişleyerek, yayılarak çoğalıyor. Ulus-devlet çıkarları ve güvenlik kaygıları, hiç bir şekilde ahlaki tercihlere geçit vermiyor.

İslam dünyası toplumlarında, akılsız-düşüncesiz umutlar, akılsız düşüncesiz bağlılıklar, akılsız-düşüncesiz sadakatler ve tercihler, Müslüman toplumun zihinsel-eleştirel gücünü etkisini ve üretkenliğini bütünüyle yok etmiş bulunuyor. Türkiye’de bir dönem, akılsız-düşüncesiz ideolojik-seküler tercihler ve sadakatler adına, seküler kültür yoluyla, din’dar-muhafazakâr kesimler üzerinde aşağılayıcı bir tahakküm uygulanıyordu. İçerisinde bulunduğumuz dönemde de, bu defa, geçmişin mağdurları, muhafazakâr-geleneksel-popülist-sağcı kültür yoluyla, seküler kesimler üzerinde aşağılayıcı bir tahakküm uygulamaya çalışıyor. Akılsız umutlar ve akılsız tercihlere maruz bırakılan toplumlarda, toplum, hiç bir şekilde derin-müzmin sorunların farkına varamıyor. Bugün, yaşamakta bulunduğumuz siyasal gerilim ve travmaların, çatışmacı-intikamcı propoganda dili’nin, çok derinlerde yatan toplumsal/kültürel-ekonomik çürümeyle yakın bir ilişkisi olduğunu görebilmeli, anlayabilmeliyiz. Bu çürüme, hamaset kültürüne, şanlı tarih söylemine tutunarak, bu kültürü istismar ederek aşılamaz. Toplumu çok derinden ikiye bölen siyasal ayrımcılıklar, ekonomik ayrımcılıklar, güvensizlik krizi, seçici adalet uygulamaları, romantik-ütopik ihtiraslarla değil, gerçeklere bütün boyutlarıyla nüfuz edebilen niteliklerle, nitelikli kadrolarla aşılabilir.

Gerçeklikten kopuk, tekdüze, yorucu, bıktırıcı, yüz kızartıcı, utanç verici, propoganda dili-söylemi, zihinsel-ahlaki bir bozulmaya işaret ettiği gibi, çok genel ve derin bir yabancılaşmaya da işaret eder. Genel ve derin bir yabancılaşmaya maruz kalan toplumlarda, yüzeyin altında biriken-biriktirilen temel-yapısal sorunları gören-görebilen, tartışabilen, anlayabilen bağımsız aydınlar-düşünürler yoktur.

Akılsız umutlar ve bağlılıkların etkili olduğu toplumlarda, Türkiye’de de görülebileceği üzere, toplum düşüncesizleştirilerek-lumpenleştirilebiliyor. Lumpenleşen toplumlar içerisinde yaşadığımız zamanı anlayamazlar, anlayamadıkları için de bu zamanın ihtiyaç duyduğu içeriği üretemezler. Tek gerçek zaman şimdiki zamandır. Geçmişi dokunulmaz kılarak biriktiren bir zihniyetle, şimdiki zaman dönüştürülemez.

Geleneksel bakış açılarına saplanıp kalmak, farklı yeni bakış açılarına sahip olmaktan korkarak kaçmak, insanı yeni gerçekler ve yeni bilgiler karşısında güçsüzleştirir, savunmasız kılar. Geleneksel bakış açılarına saplanıp kalmak, bireyleri de, toplumları da, tarihsel gündemin sorumluluklarına yabancılaştırır. Tarih bilincinden yalıtılmış varoluşlar, bilinç-irade ve idrak yoksulluğu ile malul hale gelirler. Müslüman bilinci, tarih bilincinden yalıtılmış hale getirmek, İslami varoluşa ihanet etmek demektir. Akılsız-düşüncesiz umutlar, bağlılıklar ve sadakatleri dokunulmaz bir gelenek olarak yaşatan toplumlar-kültürler, tarihsel gündemin hayati meselelerine hiçbir şekilde nüfuz edemezler, tarihsel gündemin öncelikli meselelerini, bunların hayati önemini fark edemezler. Hamaset dil’i-söylemi entelektüel bir tutarlılığa, tarihe ve tarihsel bir meşruiyete sahip değildir. Tarih’in ‘‘şanlı tarih’’ retoriği içerisine hapsedilmesi, bu retoriği yoğun bir biçimde kullanan toplumların tarih bilincine sahip olmadıklarını gösterir. Hamaset yoğunlukları ve hamaset gündemi, bu gündemi yaşatan toplumların çok derin bir kriz zamanında yaşadıklarını gösterir. Mistik varoluşlar, edilgen varoluşlar, hamasi varoluşlar, tarih’te yaşama iradesine sahip olmayan, olamayan varoluşlardır.

Müslüman halklar, tarihin son yüzyıllarını, akılsız-düşüncesiz umutlar, bağlılıklar ve sadakat biçimleri aracılığıyla aldanarak, aldatarak, aldatılarak geçirdiler. Bu durum, bağımsız varoluşu, bağımsız zihni ve bağımsız üretkenliği kötürümleştirdi.

Etkisiz varoluşlar, etkisiz zihinler ve etkisiz üretkenlikler, bugün, zamanın ve tarihin dayatmalarına, emrivâkilerine direnemiyor. Yakın geçmişte Türkiye’de seküler kesimler, akılsız-düşüncesiz-ideolojik bağlılıklar ve sadakatler adına, muhafazakâr-din’dar kesimleri iyiliğe ve adalete istihkakı olmayan, yarı insan bir topluluk olarak görüyor ve bu kesimleri aşağılayarak dışlıyordu. İçerisinde bulunduğumuz dönemde de, bu defa; otoriter muhafazakâr-dindar, sağcı, otoriter milliyetçi kesimler, akılsız-düşüncesiz bağlılık ve sadakatler adına; seküler kesimleri, bu kesimlerin iyiliklere ve adalete istihkakı olmayan yarı insanlar muamelesine tabi tutarak, aşağılıyor ve dışlıyor. Her iki kesimin de güç sahibi olduklarında sergiledikleri aşırılıklar, bağnazlıklar ve adaletsizlikler, içerisinde yaşamakta olduğumuz toplumun akıl ve ruh sağlığının yerinde olmadığını gösterir. Hangi toplum olursa olsun, bir toplumu tek yoruma hapsetmek barbarlıkla ilgilidir.

Nefret ve karşıtlık politikaları bir toplumun niteliksizliğine işaret eder. Medeniyet; başkalarının, muhalif ve eleştirel kesimlerin duygu ve düşüncelerini, kaygı ve endişelerini anlama ihtiyacı taşıdığımızda başlar. Bir toplumda popülizmin ve oportünizmin yükselişi, normalleşmesi, sıradanlaşması İslami ahlaka ve bilince yönelik sistematik bir suikast’ten başka bir şey değildir. Bir cemaate, partiye, harekete katıldıktan sonra, düşünmeyi, tefekkürü, müşavere ve müzakereyi bırakmak, sorgulama ve eleştiriyi bırakmak; gönüllü köleliği seçmek, insanı kolektif aşırılıkların, kabalıkların, kibrin, ihtirasların, dayatmaların bir parçası haline getirir. Her Müslüman'ın, bütün insanlara, adalet’le davranmak gibi çok anlamlı bir yükümlülüğü ve borcu olduğunu hatırlamak gerekir.

Bir toplumun kimi dönemlerde ideolojik çıkar siyasetlerine; bir başka dönem muhafazakâr-dindar çıkar ve gösteri siyasetlerine maruz bırakılması, ilgili toplumu evrensel insanlık bilincine yabancılaştırarak katı ve bağnaz bir taşralılığa mahkûm eder. Seküler bağnazlık gibi, muhafazakâr/geleneksel bağnazlık da, bir toplumu tek ufuk’la, tek akılla kapatır. Bu tür toplumlar hiç bir zaman ve hiç bir şekilde ortak iyi’ye, ortak insanlık hassasiyetine ve sorumluluğuna ulaşamazlar.

Çıkar ve gösteri siyasetleri, eşitsizliklerle, adaletsizliklerle, yoksulluk ve yolsuzluklarla mücadele edemez. Bir toplumda, kitlelerin popülizm ve demagoji’yi alkışlaması, o toplumda siyasetin, siyaset kültürünün itibarsızlaştığını, niteliksizleştiğini gösterir. Seküler ya da muhafazakâr popülist aşırılıkların, basitliklerin, yüzeyselliklerin toplumsallaşması, toplumsal bir kâbûs içerisinde yaşadığımızı gösterir.

Akılsız ve düşüncesiz umutlar, bağlılıklar ve sadakatler; kült din’i ya da politik figürlerin ufkuyla-ihtiraslarıyla-zaaflarıyla sınırlı, otoriter-popülist toplumlar oluşturduğu için, İslam dünyası toplumları, modern zamanlarda etkili ve eleştirel bir siyasal kültür üretemediler. Müslüman halklar etkili ve eleştirel bir siyasal kültür, bilinç ve iradeye sahip olsalardı, bugün, devlet olma hakkı tanınmayan ve Siyonist sömürgecilik tarafından dünyanın en büyük ve en uzun süreli toplama kampına kapatılan Filistin’in bağımsız bir ülke olmasını talep eden, siyasal bir dayanışma iradesi ortaya koyma mücadelesi veriyor olacaklardı. İslam dünyası toplumları ve kültürleri, bugün, radikal hiç bir seçeneğe geçit vermeyen boğucu bir konformizmin baskısı altında bulunuyor. Bu konformizm Müslüman zihin ve ruh dünyasını dondurulmuş bir geçmişe kapatıyor. Dondurulmuş geçmişe özgü, nostaljik klişelerle, günümüz insanlığının/tarihinin/toplumlarının karşı karşıya bulunduğu derin sorunlara ikna edici cevaplar verilemiyor.

Modern-seküler sömürgecilikler tarafından İslam ülkelerine dayatılan sınırlar, dayatılan rejimler, dayatılan milliyetçilikler sebebiyle, İslami anlamda, İslami bütünü içerisine alabilecek bir dayanışma iradesi ortaya konulamıyor. Bugün, İslami anlamda bir dayanışma iradesi ortaya koymak bir yana, kendilerini İslam’a nisbet eden, Türkiye’nin de içerisinde bulunduğu ulus-devletler, Siyonist sömürgeciliğin, siyasal ve ekonomik vesayetine ihtiyaç duyabiliyor. İnsanlığın nihilist bir geleceğe doğru sürüklendiği bir zamanda, ulus-devletler, milliyetçilikler ve mezhepçilikler, evrensel İslami ufkun ve bilincin sınırlarını bütünüyle daraltıyor. Etkisiz ulus-devletler, etkisiz siyasetler ve etkisiz kültürler, sonunda, Siyonist sömürgeciliğin siyasal ve ekonomik vesayetine ihtiyaç duyacak ölçüde İslam’a yabancılaşıyor, İslami sorumluluk alanlarından uzaklaşıyor, ya otoriter-seküler-ideolojik gündem’le, ya da muhafazakâr-popülist-sağcı gündem ve hesaplarla günü kurtarmaya çalışıyor.

Hangi mülahazalarla olursa olsun, bir toplumu politik parçalara ayırarak, bu parçalardan yalnızca bir parçaya hitap etmek, yalnızca bu parçayla konuşmak, ahlaki ve İslami bir tutum olamaz. Hakikatin dili, ancak bütünü kuşattığında hakikat gerçekleşmiş olur. İslami değerleri ve amaçları bütünüyle değersizleştiren popülizmler ve oportünizmler karşısında, hakikatin ifadesi olmak üzere, ahlaki-entelektüel sorumluluklar alarak, eleştirel sorumluluklar alarak tarihe tanıklık etmek gerekir.
 

YORUMLAR

  • 0 Yorum