|

YETER Kİ ZİHİN VE GÖNÜLLER(İMİZ)
ENGELLİ OLMASIN
İnsan, varlıklar arasında en üstün
bir konuma sahiptir. İster ruhen ve bedenen
sağlıklı, isterse müptelâ olduğu bir rahatsızlık
sebebiyle engelli olsun, islâm’ın anlayışına göre
bütün insanlar saygı ve hürmete lâyıktır.
Yüce Allah, insanları iman, Salih
amel, güzel ahlâk, ibadet ve itaatleri veya inkâr,
şirk, nifak, isyan ve kötü davranışları, takva veya
zulüm sahibi olup olmamaları açısından
değerlendirir; onları servetleri, ırkları, renkleri,
cinsiyetleri, dilleri, nesepleri, fizyolojik
yapıları, engelli veya sağlıklı oluşları açısından
değerlendirmez.
Hangi insan engelli olmak ister ki!
Bilinen ve algılanan şekliyle engellilik gerçekten
zordur. “Engelli” kavramı genelde fiziksel veya
zihinsel anlamda mahrumiyeti ya da yetersizliği
ifade için kullanılmaktadır. Şu kadar var ki bu
anlam bakış açısına göre farklılık arz
edebilmektedir. Manevi açıdan bakıldığında bu
bağlamda yoksunluk da belki insan için en üzücü
engellilik olarak değerlendirilebilir. Hak, hukuk
tanımayan, vicdan ve gönlü kararmış, kirlenmiş, akli
ve zihinsel melekeleri negatif/yaratılış gayesine
aykırı düşüncelere mahkûm bir insanın hakikate
erememesi engellilik değil midir? Buna karşın
engellik kavramı gündeme geldiğinde hemen hepimizin
aklına öncelikle fiziksel ya da zihinsel açıdan
engelli insanlar gelmektedir. Şüphesiz bu algılamayı
haklı çıkaracak türden gerekçelerimiz de yok
değildir. Işığı, güneşi, tabiatı görememe,
konuşulanları duyamama, konuşamama, akledememe,
kavrayamama, hayatın hemen her safhasında bir
başkasına bağımlı olarak yaşamaya mahkûm olma,
kısaca bedensel veya zihinsel engellik elbette insan
için sabrı gerektiren meşakkat dolu bir serüvendir.
Ancak hemen ifade edelim ki, din, böyle konumdaki
kimselere gerekli sabrı göstererek imtihanı
kazanmaları durumunda önemli vaatlerde bulunmuştur.
Her şeyden önce Yüce Yaratan,
لاَ يُكَلِّفُ اللهُ نَفْسًا اِلاَّ
وُسْعَهَا
“Allah hiç kimseye
taşıyabileceğinden daha fazlasını yüklemez”
buyuruyor.Var
oluşsal açıdan sorumlu bir varlık olarak yaratılan
insanın nihai
hedefi Yüce Yaratıcının rızasını kazanmaktır. Diğer
taraftan ışığı göremeyen görme engelli ile hakikati
göremeyen, konuşma engelli ile vüsatı ile orantılı
hakikati dillendiremeyen aynı konumda mıdır?
Kur’an-ı Kerim’de, fiziksel veya
zihinsel yetenek/hassalardan mahrum kimselerin
kınandığına dair herhangi bir ayet yer almazken,
Allah’ın kendilerine verdiği akıl, görme, konuşma,
işitme gibi fizikî ve zihnî hassaları olumlu ve
gereği gibi kullanmayanların kınandığı ayetler
mevcuttur. Nitekim ilahi çağrıyı, imanı
benimsemeyenler hakkında,
وَاِذَا رَاَيْتَهُمْ تُعْجِبُكَ
اَجْسَامُهُمْ وَاِنْ يَقُولُوا تَسْمَعْ لِقَوْلِهِمْ
كَاَنَّهُمْ خُشُبٌ مُسَنَّدَةٌ يَحْسَبُونَ كُلَّ
صَيْحَةٍ عَلَيْهِمْ هُمُ الْعَدُوُّ فَاحْذَرْهُمْ
قَاتَلَهُمُ اللهُ اَنَّى يُؤْفَكُونَ
“Onları gördüğün zaman kalıpları
hoşuna gider, konuşurlarsa sözlerini dinlersin.
Onlar sanki duvara dayanmış kütükler gibidir...” nitelemesi,
dinin “insan” tasavvuru konusunda bir fikir
vermektedir. Gönül ve idrak yoksunluğu ya da
“hiç”liği farklı bir benzetme ile kınanmıştır. Aynı
şekilde Allah’ın mesajlarına iltifat etmeyip
gönülden benimsemeyenlerin
وَلَقَدْ ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ
كَثِيرًا مِنَ الْجِنِّ وَاْلاِنْسِ لَهُمْ قُلُوبٌ
لاَ يَفْقَهُونَ بِهَا وَلَهُمْ اَعْيُنٌ لاَ
يُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ اَذَانٌ لاَ يَسْمَعُونَ
بِهَا
“...onların kalpleri vardır ama
anlamazlar; gözleri vardır ama görmezler; kulakları
vardır ama işitmezler…” Şeklindeki
nitelemelerle ayette yer alması, engelli kavramının
kapsamına farklı bir açılım getirmektedir.
Dinimizde, gözü görmediği, kulağı işitmediği, lisanı
söylemediği halde, ahlakî güzellikleri yakalamış,
gönül ve vicdanı safiyetini korumuş insanların,
fiziksel anlamda görmeye, duymaya, konuşmaya sahip
bulunmaması bir eksiklik olarak telakki
edilmemiştir. Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamberin
ahlakının yüceliğine vurgu yapılması,
Rasulüllah’ın da ahlakî güzellikleri tamamlamak
üzere gönderildiğini ifade etmesi dinimizin
“kâmil insan” tasavvurunda ahlakın temel hedef
olduğuna işaret etmektedir. Nitekim
إِنَّ اللّهَ َ يَنْظُرُ إِلَى
صُوَرِكُمْ وَأَجْسَادِكُمْ، وَلَكِنْ يَنْظُرُ إِلَى
قُلُوبِكُمْ وَأَعْمَالِكُمْ
“Yüce Allah, bedenlerinize ve
yüzlerinize değil, kalplerinize ve amellerinize
bakar. ” hadisi
de bu ifadelere zemin teşkil etmektedir.
İnsanın var oluşunu anlamlı kılan,
onun saygınlığına zemin teşkil eden iki olgu
şüphesiz zihin ve gönül dünyasıdır. Diğer bir
ifadeyle aklî ve kalbî melekeler, insanı insan yapan
önemli değerlerdir. Din, iman, kutsal, sevgi ve kin,
bireysel ve toplumsal hayatta olumlu-olumsuz oluş
adına sergilenen tavır ve eylemler, insanın sahip
olduğu bu iki olgu odaklıdır. Onun içindir ki
Kur’an’da hep aklın işlev-işlevsizliği,
vicdanın/gönlün kararması ve katılaşmasından söz
edilir. Geçekten vicdani duygu ve refleksleri
aşınmış ya da iptal olmuş insan ile söz konusu duygu
ve reflekslerin işlevsel olduğu insan aynı konumda
değerlendirilmez. Böyle bir değerlendirmenin
referansı ister din olsun ister olmasın, insanî
erdemler açısından bakıldığında sonuç
değişmeyecektir.
Gerçekten zihin veya gönül dünyamız,
diğer insanlarla ve Yüce Yaratıcıyla ilişkilerimizin
şekillenmesinde ve onların Allah katındaki değerinin
tespitinde önemli ve can alıcı bir konuma sahiptir.
Gönül ve zihin dünyamız, kabın içerisinde olanı
yansıtması misali, âdeta bizim aynamız,
davranışlarımıza yön veren mihenk taşı
niteliğindedir. Bu itibarla zihni ve gönlü kirlenen
insanın hareket ve davranışları da doğal olarak
kirlilik eksenine oturacaktır. Buna karşılık zihin
ve gönül sarayını güzelliklerin süslediği kimsenin
eylemleri de bu erdemler ekseninde şekillenecektir.
Aslında kalp, gerek insanlarla gerekse aşkın
varlıkla olan ilişkilerde belirleyici bir konuma
sahiptir. Güzellikler açısından imanın, sevginin,
aşkın, hayatın odaklandığı merkezdir kalp. Aynı
zamanda o, kinin, öfkenin, nefretin, küfrün de
merkezi olabilecek bir özelliktedir. Güzellikler
veya kötülükler adına onun hâkim eğilimi, bütünüyle
bizi esir alabilmektedir. Onun cezp edici alanına
giren gören göz, görmez olur, duyan kulak duymaz
olur, meydan okuyan akıl, akletmez olur. Öyle ki
hayat ve memat, varlık ve yokluk, âdeta ona
kilitlidir. O, fiziksel açıdan işlevsiz hâle
geldiğinde nasıl hayat duruyorsa, manevi alanda da
kalbin işlevsiz hâle gelişi, Rahmet Peygamberinin
söylemi ile Allah’a sığınılacak bir durumdur. Zira
böylesi kalbin ve onun etrafında şekillenen
kişiliğin, bireysel ve toplumsal ilişkilerinde
kırmızıçizgileri yoktur ya da yok olmaya yüz
tutmuştur. Bu çizgilerin sadece dinî alanla
sınırlandırılması, “kalp” formuna yüklenen anlam ve
misyonun daraltılmasıdır. Oysa bu kırmızıçizgilerin
belirlenmesinde, insanı insan yapan ahlakî ve insanî
değerler bütününün kapsam dışı bırakılması insan
tasavvurunun eksik algılanışıdır. Cana kıymanın,
hırsızlığın, fuhşun, ilişkiler bütününde
sahtekârlığın, kul ve kamu haklarının ihlal ve
gaspının. Yüz kızartıcı kabul edilen diğer şuçların,
insanın zihin ve gönül dünyası ile ilintisinin
olmadığı söylenebilir mi? Sadece din eksenli
düşünenler için değil hemen herkes tarafından
“kırmızıçizgiler” olarak nitelendirilebilecek bu ve
benzeri hususların işlenmesine “dur” diyebilecek
gönül/vicdan/sağduyu/iman yoksunluğu bir engellilik
telakki edilemez mi?
Çağımızda terör ve şiddetin,
savaşların, akıtılan masum kanların temelinde bu tür
hassalarını kullanmak istemeyen vicdanı kararmış
insanların paylarının ne derece yüksek olduğu
izahtan varestedir. Bu bağlamda insanlığın karşı
karşıya kaldığı vahim bir o kadar da ürpertici
tablolar karşısında hemen herkesin, “yeter ki zihin
ve gönüller engelli olmasın” serzenişinde bulunduğu
açıktır. Fiziksel ve zihinsel engellileri gören her
sahib-i vicdan, şüphesiz gönlünün derinliklerinden
gelen bir sızıntıyla “yazık” terennümünde bulunur.
Oysa asıl yazık diyeceğimiz kitle, dünyayı yaşanamaz
hâle getiren maneviyat engellileridir ki, onlara
çekilecek “yazık” ve “ah”ların dozajı oldukça
yüksektir. Ve hemen aklımıza, “
اُولَئِكَ الَّذِينَ طَبَعَ اللهُ
عَلَى قُلُوبِهِمْ وَسَمْعِهِمْ وَاَبْصَارِهِمْ
وَاُولَئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ
İşte onlar, Allah’ın; kalplerini,
kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir.
İşte onlar gafillerin ta kendileridir.”,
وَلَقَدْ ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ
كَثِيرًا مِنَ الْجِنِّ وَاْلاِنْسِ لَهُمْ قُلُوبٌ
لاَ يَفْقَهُونَ بِهَا وَلَهُمْ اَعْيُنٌ لاَ
يُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ اَذَانٌ لاَ يَسْمَعُونَ
بِهَا
“…onların kalpleri vardır ama
anlamazlar; gözleri vardır ama görmezler; kulakları
vardır ama işitmezler…”Ayetleri
gelmektedir ki bu ayetler, insanın manevi anlamda
engelliliğinin/yoksunluğunun tablosunu gayet anlamlı
bir biçimde gözler önüne sermektedir.
İşlevsiz hâle gelen kalp/gönül veya
zihne bağlı olarak dış dünyaya açılan pencerelerimiz
olan göz ve kulaklarımız da fonksiyonlarını
yitirebilmektedir. Açık bir ifadeyle göz bakar, ama
işin sırrına ve hakikatine sirayet edemez. Kulak
işitir ama gerçeklere iltifat etmez. Bilgi ve
algılama organlarımız olarak niteleyebileceğimiz
kulak ve göz ile kalp arasındaki bu ilişkiyi şu
âyette daha açıkça görmekteyiz:
اَفَلَمْ يَسِيرُوا فِى اْلاَرْضِ
فَتَكُونَ لَهُمْ قُلُوبٌ يَعْقِلُونَ بِهَا اَوْ
اَذَانٌ يَسْمَعُونَ بِهَا فَاِنَّهَا لاَ تَعْمَى
اْلاَبْصَارُ وَلَكِنْ تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّتِى فِى
الصُّدُورِ
“Hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı?
Zira dolaşsalardı, onların başına gelenleri görerek,
düşünebilen kalpleri ve işitebilen kulakları olurdu.
Ama gerçek şu ki, onlarda kör olan gözler değil, kör
olan göğüslerdeki kalplerdir. Yani asıl felaket,
kalp gözünün kör olmasıdır. Çünkü insana gerçekleri
gösterecek olan odur..” Bu
ayet ekseninde düşünüldüğünde gerçekte gözlerin
değil kalplerin kör olacağı, kulakların değil gönlün
sağır olacağı sonucunu çıkarmak hiç de zor değildir.
Dolayısıyla kalbin kör oluşu, düşünce ve duygu, söz
ve eylem körlüğünü/yürek kirliliğini beraberinde
getirecektir. Oysa Yüce Yaratan göz, kulak, kalp
bunların her birini belirli bir görev icra etmeleri
için insana bir nimet olarak vermiştir. Nitekim
وَاللهُ اَخْرَجَكُمْ مِنْ بُطُونِ
اُمَّهَاتِكُمْ لاَ تَعْلَمُونَ شَيْئًا وَجَعَلَ
لَكُمُ السَّمْعَ وَاْلاَبْصَارَ وَاْلاَفْئِدَةَ
لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
“Allah sizi, analarınızın karnından
siz hiçbir şey bilmez durumda iken çıkardı.
Şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler
verdi.” Ayetlerinde
bu husus dile getirilmiştir. Görürüz, duyarız,
kalbimizin ve zihnimizin derinliklerinde bunları
test eder, doğru ve yanlışa, iyi ve kötüye karar
veririz.
Kur’an’da, gönül ve zihin
engelliliğine kişinin olumlu ya da olumsuz
eylemlerinin, ihlal ettiği kırmızıçizgilerin neden
olduğu belirtilir.
كَلاَّ بَلْ رَانَ عَلَى قُلُوبِهِمْ
مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ
“Hayır hayır! Doğrusu onların
kazanmakta oldukları kalplerini paslandırmıştır.” Sevgili
Peygamberimiz de
وإنَّ في الْجَسَدِ مُضْغَةً إذَا
صَلَحَتْ صَلحَ الْجَسَدُ كُلُّهُ، وإذَا فَسَدَتْ
فَسَدَ الْجَسَدُ كُلُّهُ، أَ وهِيَ الْقَلْبُ
“…Dikkat edin. Vücudunuzda bir
çiğnemlik et parçası vardır. Eğer o
sağlıklı/fonksiyonel olursa vücudun tamamı sağlıklı
olur. Şayet o bozuk/işlevsiz olursa vücudun tamamı
bozuk olur. Haberiniz olsun bu et parçası kalptir.” hadisiyle,
Kur’an’ın önemli bir misyon yüklediği merkez olan
kalbe/yüreğe aynı paralelde vurgu yapmıştır.
İnsanın, yaratılış ve var oluş amacı
ile örtüşmeyecek türden negatif davranış biçimleri
sergilemesinde, kararmış bir vicdanın/gönlün/aklın
önemli bir etken olduğu açıktır. Başka bir deyişle
bu tür eylemler, gönül/kalp/yürek kirliliğinden
kaynaklanmaktadır. Küçümsenemez ama çağımızda
kirlilik denildiğinde öncelikle ekolojik dengenin
bozulmasında etkin olan çevre kirliliği hemen akla
gelmektedir. Oysa ahlakî değerlerdeki erozyon,
insanlardaki gönül ve zihin kirlilikleri üzerinde
durulması gerekli önemli sosyal ve toplumsal
olgulardan biri belki de en başta gelenidir. Zira
hemen her kirliliğin, karanlığın temelinde kirlenen
kalplerin/yüreklerin ve de zihinlerin önemli bir
etken olduğu inkar edilemez. Hiçbir değer tanımayan
insan, sadece çevre için değil, toplumun/insanlığın
huzur ve güveni açısından da büyük problem teşkil
etmektedir. Zira sorgulanma/hesap bilincinden uzak,
ötesini hedeflemeyen, ötekinin hakkını düşünmeyen
insanların neler yapabileceklerini her an gözlemleme
imkânına sahibiz. Aslında,
اَفَرَاَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ اِلَهَهُ
هَوَيهُ وَاَضَلَّهُ اللهُ عَلَى عِلْمٍ وَخَتَمَ
عَلَى سَمْعِهِ وَقَلْبِهِ وَجَعَلَ عَلَى بَصَرِهِ
غِشَاوَةً فَمَنْ يَهْدِيهِ مِنْ بَعْدِ اللهِ اَفَلاَ
تَذَكَّرُونَ
“Ey Muhammed! Hevâ ve hevesini tanrı
edinen, bilgisi olduğu halde Allah’ın şaşırttığı,
kalbini mühürlediği, gözünü perdelediği kimseyi
gördün mü…?” Ayeti,
bütün hislerimize ve aktarılanlara gayet veciz bir
şekilde tercüman olmaktadır. Servetlerin,
şehvetlerin, kural ve sınır tanımayan nefislerin,
makamların, dünya haz ve lezzetlerinin, cehaletin
kör ettiği akıl ve gönüllerin, sosyal ve toplumsal
ilişkilerde sıkıntısı çekilmiyor mu? Oysa çağımız
insanı olarak ders ve ibret alacak muazzam bir
tarihsel birikime ve tecrübeye sahibiz. Ama bu
tecrübenin doğru okunmasında ve hayata
geçirilmesinde, gören, duyan, hisseden
vicdana/kalbe/gönle ve de ders çıkaran akla oldukça
ihtiyaç vardır. Materyalizmin alabildiğine
etkinleştiği çağımızda, Allah’a gönül vermiş
müminler olarak herhalde kendimizi bu zihin/gönül
engelliliği bağlamında test etmemiz, sorgulamamız ve
de ilahî öğretiler ekseninde durum tespiti
yapmamızın kaçınılmaz olduğu da bir gerçektir. Özlü
ifadesiyle manevi anlamdaki bu engellilik, gönlü
masivadan arındırma, kendine gelme/kendini
bilme/farkında oluş ile nihayet bulabilir. Zihinsel
ve gönül safiyeti, yaratılışın esrarını iliklerine
kadar hissetme ve kavrama, söz konusu engelliliğin
âdeta panzehiridir. Ne olduğunu, ne olacağını,
yaratılış hikmet ve gayelerini idrak ederek zihinsel
ve içsel duygularına ve de eylemlerine bu eksende
yön vermek, belirtilen engelliliğin önemli bir
basamağını teşkil eder.
Rabbim yeter ki zihinlerimizi ve
gönüllerimizi engelli eylemesin…
Not: Bu vaaz, Diyanet Aylık Dergi
Temmuz 2009 sayısında Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
Dr. Yaşar Yiğit tarafından yazılan yazıya ilave ve
düzenleme yapılarak
hazırlanmıştır.
|