|
Maturidilik |
Matürîdî´nin
Metodu Ve Görüşleri
a) Metodu:
b) Görüşleri:
MATÜRİDİLİK
Bu mezhep, Ebu Mansur el-Matüridî diye meşhur olan «Muham-med
b. Muhammed b. Mahmud»´a nisbet edilmektedir.
Mfttürîdi, Semerkant´da, «Matürid» mahallesinde
doğmuştur. Hicri 333, Miladi 914 de vefat ettiği
tesbit edilmiştir. Hicri üçüncü yüzyılın son
üçtebirinde ihnini -tahsil etmiştir. Yani
Mutezilelerin, Hicri 3. yüzyılın ilk üçtebirinde
fıkıh ve hadis âlimlerine kötü muamelelerinden
dolayı halkın nefretini kazandıkları ve gazaplarına
uğradıkları bir dönemde ilmini tahsil etmiştir.
Matürîdi´nin, hangi tarihte doğduğu, kesin olarak
bilinmemektedir. Ancak Hicri 3. yüzyılın
ortalarında doğduğu anlaşılmaktadır. Matürîdi´nin,
Hanefî fıkhını ve ilm-i kelâmı Hicrî 268 de vefat
eden Yahya el Belhi´den okuduğu, kesinlikle
sabittir.
Matürîdi´nin memleketi fıkıh ve usul-i fıkıh
dallarında tartışma ve münazaraların çokça yapıldığı
bir memleketti. Hanefî fıkıhçıîarı ile Şafiî
fıkıhçıîarı arasında münazaralar yapılırdı. Öyleki,
matemler esnasında dahî mescitlerde bu tip
münakaşalar yapılırdı.
Fıkıh ve hadis âlimleriyle, Mutezilîler arasında
fikri savaşlar şiddetlenince, fıkıh ve usul-i fıkıh
sahalarında tartışmalar yapıldığı gibi, bu defa
tartışmalar ilm-i kelâm sahasına kaydı. îşte
Matüridi, akli düşüncelerle elde edilen neticeler
sayesinde yai ısların kazanıldığı böyle bir ortamda
yaşadı.
Matüridi, Hanefî mezhebindendi. Bunun ilm-i kelâmda
geniş araştırmaları yanında, fıkıh ve usul-ü fıkıh
dallarında da geniş araştırmaları vardı. îlm-i
kelâm ile, fıkıh ve hadis âlimlerine yardım etti.
Fakat Matüridi, hernekadar Eş´ari´nin vardığı
neticelerin tamamında olmasa dahi, çoğunda onunla
birleşmiş ise de, onun metodundan başka bir metod
izlemiştir. înşallah bu hususu ilerde daha açık
olarak izah edeceğiz.
Hanefi âlimlerinin çoğunluğu, İmam Matürîdi´nin
varmış olduğu neticelerin, Ebu Hanife´nin, inanç
hususunda tesbit ettiği neticelerle tam olarak
birleştiği görüşündedirler. Ebu Hanife (R.A.)´nin üm-i
kelâm dalında da geniş araştırmaları bulunmaktadır.
Bu ilim dalında da parmakla gösterilecek kadar
meşhurdu. Bunu, bizzat kendisinin ifade ettiği de
anlatılmaktadır. Ebu Hanife´nin, itikadi
meselelerde tartışmak için yirmi iki defa Basra´ya
yolculuk yaptığı rivayet edilmektedir. Bu da,
kendisini, tamamen fıkhı incelemelere vermesinden
öncedir. Ebu Hanife´nin, eski araştırmalarından
tamamen ayrıldığı söylenemez. Özellikle, İslâm
inancını söküp atmak isteyen zındıklar ve
benzerleri, Ebu Hanife´nin döneminde fikrî
sapıklıkları yaymayı teşvik ediyorlardı. Ebu
Hanife´den bu ilim dalında küçük risaleler
kalmıştır. Bu risalelerdeki malumatların, Ebu
Hanife´ye ait olduğunda şüphe yoktur. Hernekadar bu
risalelerin kim tarafından te´lif edildiği âlimler
arasında münakaşa konusu olsada... Bu risalelerden
bir kısmı şunlardır:
? el-Fıkhul Ekber
? el-Fıkhul Ebsad
? Risaletu Ebi Hanife ila Osman el-Bettî
? Vasiyyet-i Ebu Hanife litilmizihi Yusuf b. Halid
es-Semtî
? Kitabul ilm, berren ve bahren ve sarkan ve garben
ve bu´dan ve kurba.
Bu risalelerin bütününden, ortaya atılan şu
meseleler hakkında, Ebu Hanife´nin, kendisine
mahsus müstakil bir görüşü bulunduğu neticesine
varılır. Bu meseleler, Allah Tealâ´nm sıfatlan,
imanın mahiyeti, Allah´ı bilmenin, akıl ile mi,
yoksa nakil yoluyla mı gerekli olduğu meselesi?
İnsanın yapmış olduğu işlerin, kendiliğinden iyi
veya kötü olup olmaması, Allah Tealâ´nm, bütün
mahlukat üzerindeki mutlak hakimiyetini kabul
etmekle beraber, kulun fiilinin, kulun kendisine
nisbetinin derecesi, kaza ve kader meselesi ve
benzeri meselelerdir.
Iraklı fıkıh âlimlerinin hocası, İmam Ebu Hanife´den
nakledilen bu görüşlerle, Ebu Mansur el-Matürîdî´nin,
kitaplarında tesbit ettiği görüşler arasında ilmi
bir karşılaştırma yapıldığı zaman, bu düşüncelerin,
aslında birleştikleri ortaya çıkar. Bu nedenle
âlimler, İmam Matürîdî´nin görüşlerinin, Ebu Hanife´nin,
inanç hususundaki görüşlerinden kaynaklandığını ve
Ebu Hanife´nin görüşlerinin esas olduğunu
anlatmışlardır.
Irak âlimleri, çevrelerinde bulunan Şam âlimleri ve
benzerleri, Ebu Hanife´nin fıkhı görüşlerini
teferruatı andırmaya girişmişler, onun, itikad
hakkındaki görüşlerine ise, önceleri yanlarında
bulunan, fıkıh ve hadis âlimlerinin görüşleriyle,
daha sonra da İmam
Eş´ari´nin bu husustaki görüşleriyle yetinerek pek
önem vermemişler. Fakat, Maveraünnehr âlimleri,
fıkhî görüşlere çok önem vermeleriyle birlikte,.
Ebu Hanife´nin, itikad hakkındaki görüşlerine de
özel bir itina göstermişler; bu görüşleri şerh
etmeye, bunlar üzerinde yorumlar yapmaya ve bunları
aklî delillerle ve mantıki kıyaslarla desteklemeye
çalışmışlardır.
Matürîdî, kendi görüşleriyle Ebu Hanife´nin
görüşleri arasındaki irtibatı araştırmayı bize
bırakmıyor, bizzat kendisi, Ebu Hanife´nin şu
kitaplarını rivayet ettiğim söylüyor. Bu kitaplar; «Fıkhul
Ebsat, Risale ileîbetti, el-Âlinı vel Müteallim,
Vasiyyetü Ebu Hanife li .Yusuf b. Halid» adlı
kitaplardır.
Matüridi bu kitapları, Ebu Nasr Ahmet.b. el-Abbas
el-Eyadî´den, Ahmed b. îshak el-Cürcani´den ve Nasr,b.
Yahya el-Belhi´den rivayet ettiğini, bu zatların da
bu kitapları, Muhammed b. Hasan eş-Şeybanî´nin
talebesi, Ebu Süleyman Musa el-Cürcanî´den rivayet
ettiklerini, Ebu Süleyman´ın da bu kitapları, Ebu
Hanife´nin talebesi ve kendisinin hocası olan
Muhammed b. Hasan eş-Şeybanî´den rivayet ettiğini
anlatır.
«İşârâtül Meranı» adlı kitabın sahibi, bu rivayet
silsilesinin sonunda şöyle der: Matüridi, bu temel
kaynakları, kendi kitaplarında kesin delillerle
tahkik etmiş ve bunları, açık delillere
dayandırarak, sağlam bir şekilde detayîandırmıştır.
Dostumuz, merhum, Zahidüî Kevseri «İşâratül Meram»
adlı eserin mukaddimesinde şunları söyler: «Maveraünnehr
ülkeleri, heva ve heveslerden. ve bidatlardan
uzaktı. Çünkü bu memleketlerde, insanlar üzerinde
istisnasız .bir tesir ve hakimiyeti vardı. Orada
bulunanlar, hadisleri nesilden nesiîe
naklederlerdi. Nihayet, «îmamül Hûda» diye tanınan,
ehl-i sünnet imamı, Ebu Mansur Muhammed el-Mafrüridî
ortaya çıktı. Kendisini, bu meseleleri tahkik etmeye
ve delillerini tedkik etmeye vakfetti. Böylece, hem
aklı hem de şer´i memnun edecek eserler yazdı.
Buradan anlaşılıyor ki, Ebu Mansur el-Matüridî,
itikad hakkındaki görüşlerini, Ebu Hanife´den
rivayet ettiği bu risalelerde naklçdilen fikirlere
dayandırmış ve bunları daha da detaylandıranş,
açıkça izah edilmeyen hususları da izah edilen
hususlar ışığında geliştirmiştir. Matüridî, dini
mevzuları, aklî ve mantıki delillerle ispat eder ve
şüpheye mahal bırakmazdı. Matüri-´di, incelediği
konularda birçok kitaplar yazmıştır. Bu kitaplardan
bir kısmı şunlardır:
Tevilül Kur´an Me´haz eş-Şeraya
? Kitab el-Cedel
? El Usul fi Usul ed-Din
? El-Makalât fil Kelâm
? Kitab el-Tevhîd
? «Ka´bî»nin Evailül Edilleye Reddiye adlı kitabı
? «Kâ´bî´nin» Tehzibül Cedel adlı eserine reddiye
? Ebu Muhammed el-Bâhüî´nin «Usulûl Hamse» adlı
kitabına reddiye
? Bazı Rafizîlerin «Kitabül İmame» adlı eserine
reddiye
? Karamitaya Reddiye.
Bir kısım âlimler, Matârîdî´nin, Ebu Hanife´ye
nisbet edilen ?Fıknul Ekber» adlı kitaba şerh
yazdığını söylemişlerse de ilmi incelemeler
neticesinde bu şerhin, meşhur Hanefi fıkıhçısı Ebu
el-Leys es-Semerkandi ait olduğunu ortaya
koymuştur.[1]
Matürîdî´nin Metodu Ve Görüşleri[2]
a) Metodu:
Ebu Mansur el-Matüridi ile Ebu el-Hasan el-Eş´ari
ayni devirde yaşamışlardır. Herbiri, diğerinin
gerçekleştirmek istediği gayeyi gerçekleştirmeye
çalışıyordu. Ancak, îmam Eş´ari, hasımlarının
bulunduğu bölgeye daha yakındı. Evet, İmam Eş´ari,
Muteziliîerin vatanı ve türedikleri yer olan
Basra´da bulunuyordu. Fıkıh ve hadis âlinıîe-riyle
Mutezilîler arasındaki fikri savaş, Basra´nın da
bağlı bulunduğu Irak bölgesinde cereyan ediyordu.
Ebu Mansur el-Matüridi ise, savaş alanından uzaktı.
Fakat bu savaşın yankısı, bulunduğu bölgeye de
ulaşıyordu. Maveraünnehr ülkelerinde de Iraklı
mutezilîle-rin sözlerini durmadan tekrarlayan
Mutezilîler bulunuyordu. Matüridi bunlara karşı
koyuyordu. Matürîdi ile Eş´arî´nin karşılaştıkları
hasım aynı olduğu için, her ikisinin de vardığı
neticeler birbirine ya-kmdı, fakat birbirinin aynı
değildi. Birçokları, Eş´ari ile Matürîdi´nin,
aralarındaki ihtilafın büyük olmadığını sanmışlardı.
Hatta, Şeyh Muhammed Abduh «el-Akaidül Adudiyye»
adlı eserin yorumunu yaparken, Matüridi ile Eş´ari´nin
arasındaki ihtilafın on meseleyi aşmayacağını ve
aralarındaki ihtilafın, gerçekte bulunmayıp, dış
görünüşte bulunduğunu söylemiştir.
Ancak, Matürîdi´nin ve Eş´arî´nin görüşleri son
şekilleriyle, derince incelendiği vakit, her -iki
imamın düşünceleri ve varmış oldukları neticeler
arasında farkların bulunduğu ortaya çıkar.
Şüphesiz ki, her iki imam da Kur´an-ı Kerim´in
kapsadığı inanç meselelerini, akılla ve mantıkî
delillerle ispat etmeye çalışıyordu. Ve Kur´an-ı
Kerim´in getirdiği itikadı meselelere bağlı
kalıyorlardı. Ancak, bunlardan biri, akla,
diğerinden daha fazla önem veriyordu. Meselâ;
Eş´ariler, Allah Tealâ´yı bilmenin, nakil yoluyla
vacip olduğunu kabul ederken, Matürîdî´ler, Etiu
Haaıife´nin metoduna uyarak, Allah´ı bilmenin akıl
ile vacip olduğunu söylemişlerdir. Eş´ari´ler,
şer´an bir delil olmadıkça eşyanın akıl. ile idrak
edilebilecek bir iyiliği bulunduğunu kabul
etmezler. Matürîdî´ler ise, eşyanın, akıl ile idrak
edilebilecek, kendiliğinden bir iyiliğe sahip
olduğunu kabul etmişlerdir.
İşte bu çeşit ihtilafları birçok meselelerde
bulabiliriz. Bu sebeple şu niteceye varırız ki;
Matürîdi´nin metodunda, israfa kaçmaksızın ve
tökezlemeksizin, akim büyük bir otoritesi
bulunmakta, Eş´arîler ise, nakil ile bağlı kalmış,
nakli delilleri geçmişteki uygulamalarla
desteklemişlerdir. Öyle ki, araştırıcı bir kişi,
Eş´arilerin, fıkıh ve hadis âlimleriyle,
Muteziliîerin arasında orta bir yol tuttuklarını,
Matürîdî´lerin ise, Eş´ariler ile Mutezilîler
arasında bir yol izlediklerini görür.
Müslümanların, mü´min olduklarında ittifak ettikleri
şudört fırkanın bir meydanda bulundukları kabul
edilecek olursa, meydanın bir ucunda Mutezile, diğer
ucunda hadis âlimleri, ortanın Mutezile, tarafında
Matürîdiler, hadisçiler tarafında ise Eş´ariler
görülür.
Matüridi, serî delillerin irşadıyîa akla dayanır,
aklî araştırmanın gerekli olduğunu söyler. Böylece,
naklî delillere dayanmayı, gerçeği, naklî
delillerden çıkarmayı ve akim, hataya düşüp
sapacağından korkarak, nakli delillerden başkasına
başvurulmamasını gerekli gören fıkıh ve hadis
âlimlerine muhalefet etmiştir.
Matüridi, «Tevhid» adlı kitabında bu hususa cevap
vererek şöyle demiştir: Bu iddia, şeytanın, hatıra
getirdiği bir kuruntu ve vesvesedir. Aklî
araştırmayı inkâr edenin, akli araştırmayla elde
ettiği delilden başka bir delili yoktur. Bu da, bu
gibi insanlara, aklî araştırmanın zorunlu olduğunu
söylemeye mecbur kılar. Bunlar, akli araştırmayı
nasıl inkâr edebilirler? Halbuki Allah Tealâ
kullarım, aklî araştırmaya davet etmiş ve onlara
düşünmeyi ve muhakeme etmeyi emretmiş, onları öğüt
ve ibret almaya mecbur kılmıştır. Bu da, aklî
araştırmanın ve düşünmenin, ilmî kaynaklardan biri
olduğuna dair delildir.
Görülüyor ki Matüridi, Akaid ilmini öğrenmek
hususundaki ihtilafın tam esasına temas ediyor.
Akaid ilmini öğrenmenin tek kaynağı nakil midir,
yoksa, naklin yanında akıl da diğer bir kaynak
mıdır? sorusuna, naklin kaynak olduğunu kabul
ettiği, bunun yanında, aklın da bir kaynak olduğu
şeklinde cevap verdiği görülür.
Ancak, Matüridi, aklı, bilgi kaynaklarından biri
kabul etmesine rağmen, aklın sapıklığa düşeceğinden
korkmaktadır. Fakat, bu korku onu, fıkıh ve hadis
âlimleri gibi akli araştırmayı men etmeye
götürmüyor, aklî araştırmanın yanında nakle
dayanılmasını ileri sürerek sapma ihtimaline karşı
birtakım tedbirler almaya ve ihtiyatlı davranmaya
sevkediyor.
Evet, Matüridi şöyle der: «Kim, nakli delillere
dayanıp ihtiyatlı davranmanın gerekliliğini
reddederse, o, Hesuiu Allah´dan bir işaret olmadan
eksik ve sınırlı aklıyla, insanın aklından gizli
kalan meselelerin mahiyetini bilmeye ve ilâhi
hikmetlerin tümünü kuşatmaya kalkışırsa, o kimse,
akla zulmetmiş olur. Ve ona taşıyamiyacağı bir yükü
yüklemiş olur.» Bu sözlerden şu netice çıkarılır:
Matüridi, nakle ters düşmeyen hususlarda, akim
vereceği hükümleri kabul eder. Şer´a muhalif düşen
aklî hükümlerde ise, şer´a boyun eğmenin
gerekliliğini kabullenir.
Matürîdi´nin, Kur´an-ı Kerim´i tefsirde kılavuzu,
«nakli delillerle yardımlaşarak aklî delillere
başvurmanın gerekli olduğu- prensibidir. Matüridî,
Kur´an-ı Kerîm´i tefsir ederken, müteşabih âyetleri,
müteşabih olmayan âyetlere göre izah eder. Müteşabih
olanları, müteşabih olmayanların ifade ettikleri
mânânın ışığı altında tevil etmeye çalışır. Bir
müminin aklî tevile gücü yetmiyorsa, bundan vaz
geçmesinin daha doğru yol olduğunu söyler. Matüridî,
mümkün olduğu nisbette, Kur´an-ı Kerim´i yine kendi
âyetleriyle tefsir etmeye çalışır. Çünkü Kur´an´m
âyetleri birbiriyle çatışmaz. «... Eğer Kur´an,
Allah´dan başkası tarafından indirilmiş olsaydı, O´nda.
birbirine zıt olan şeyler bulurlardı.»[3]
Bu metod, Matüridi´yi, aklî metodları bakımından
bazan Mutezililerle birleşmeye sevketmiş, birçok
yönlerde ise onlara muhalefet etmesine sebep
olmuştur. Matüridî ile Mutezililer, aklî araştırma
yapmanın gerekliliği, Allah´ın akıl ile
bilinmesinin gerekliliği, eşyanın, iyi veya kötü
olduğunun akîen bilinebileceği hususlarında aynı
görüştedirler.[4]
b) Görüşleri:
Daha önce de anlattığımız gibi, Matüridî´nin
görüşleri, H. 3. yüzyılın başlarında, birbirleriyle
ihtilâf eden Mutezililerle fıkıh ve hadis
âlimlerinden, mutezilîlere daha yakındı. Bu sebeple,
dostumuz, merhum Zâhidül Kevseri´nin şu sözü
yerindedir: «Eş´ariler, Mutezile ile hadis âlimleri
arasında bir yol tutmuş, Matüridiler ise Mutezile
ile Eş´arîler arasında bir yol izlemiştir. Hakkında
nass bulunmayan bütün temel meselelerde, nakli
delillerin yanında aklî görüşlerinin bulunduğu
açıkça görülür. Matüridî, daha önce de işaret
ettiğimiz gibi, varmış olduğu neticelerin çoğunda
Eş´arî ile ittifak etmiş fakat bazılarında da ona
muhalefet etmiştir. Şimdi ise hangi hususlarda
ittifak edilip edilmediğini de açıklayarak, Matürîdi´nin,
topluca görüşlerine, kısaca bir göz atalım.
a) Matüridî, Allah´ı bilmenin gerekli olduğunu idrak
etmenin aklen mümkin olacağı görüşündedir. Nitekim,
Allah Tealâ; Kur´an-ı Kerîm´in bir çok âyetlerinde,
bakıp düşünmeyi emreder. İnsanlara, göklerin ve
yerin hükümranlığına bakmayı emreder. Allah Tealâ
insanları, akıl doğru yola yönelir, heva ve hevesten
ve taklitten uzak kalırsa, Allah´a iman etmeye
ulaşabileceğine ve onu tanıyabileceğine dair
uyarıyor.
Akıl ile Allah´ı bilmeye çalışmak, Kur´an-ı Kerim´in
âyetlerinin hükümlerine uymak demektir. Buna mukabil
aklî araştırmayı bırakmak, Kur´an-ı Kerim´in
âyetlerini ihmal etmek olur. Aklı, Allah´ı bilmek
için bir vasıta kabul etmemek, Allah Tealâ´nın, akli
araştırmaya bağladığı neticeleri hiçe saymak demek
olur. Eğer, Allah´ı bilmek, bakıp araştırmaya bağlı
olmasaydı, Allah Tealâ´nın, bakıp araştırmanın
neticeleri olduğunu beyan ettiği şeyler reddedilmiş
olur.
Ancak, Matüridî aklın, yalnız başına Allah´ı
bilebileceğini kabul etmesine rağmen kulların
mükellef oldukları hükümleri bilemeyeceğini beyan
etmiştir. Bu da Ebu Hanife (R.A.)´ın görüşüdür.
Bu, Mutezilenin görüşüne yakın bir görüştür. Ancak,
iki görüş arasında çok ince bir fark vardır. O da
şudur:
Mutezile, Allah´ı bilmenin, aklen gerekli olduğu
görüşündedir. Matüridîlerse, bu görüşü aynen kabul
etmezler. Allah Tealâ´yı bilmenin gerekliliğinin
akıl ile mümkün olabileceğini, ancak kesin
olamayacağım söylerler. Allah´ı bilmenin
gerekliliğinin, ancak, bu gerekliliği icadedecek
bir güç tarafından meydana getirilebileceğini kabul
ederler. O güç de, Allah´dır.
b) Matüridi mezhebi, varlıkların, kendiliklerinden
kötü olabileceklerini ve insan aklının, birtakım
varlıkların iyi veya kötülüklerini bilebilecek
güçte olduğunu söylerler.
Matürîdîkre göre, sanki varlıklar üç kısma
ayrılmaktadır:
? İnsan akimin, tek başına, iyi olduklarını
bilebileceği varlıklar.
? İnsan aklının, tek başına kötü olduklarını
bilebileceği varlıklar.
? İyi veya kötü oldukları gizli olup, aklen
bilinemiyen ve ancak Allah´ın bildirme siyle iyi
veya kötülüğü anlaşılan yarlıklar.
Daha önce de Ebu Hasan el-Eş´arî´nin hocası Ebu Ali
el-Cübbaî´-den naklettiğimiz gibi, Mutezililer de
varlıkları böyle bir tasnife tâbi tutarlar. Fakat
Matürîdîler, Muteziîîlerin, bu ayırımla varmış
oldukları neticeleri kabul etmediler. Mutezililer,
bu ayırımla şu neticeye varmışlardır:
Akıl, birşeyin iyiliğini idrak ederse, aklın emriyle
o şeyi yapmak gereklidir. Buna mukabil, akıl,
birşeyin kötülüğünü anlarsa, o şey, yasaklanmış
olur. Matüridî, aynı yoldan yürümemiş, İmam Ebu
Hanife´ye uyarak şunları söylemiştir. «Akıl,
birşeyin, ne olduğunu idrak edebilse de, o şeyin,
yapılıp yapılmaması, ancak, hikmet sahibi olan
Allah´ın emriyle bilinir. Çünkü akıl, tek başına,
dinî emir ve yasakları bilemez. Zira, dini emir ve
yasaklan ancak Allah Tealâ koyar.
Matürîdî´nin, kabul ettiği bu görüşe, îmam Eş´arî
katılmamaktadır. Çünkü Eş´arî, varlıkların,
kendiliklerinden iyi veya kötü olduklarını kabul
etmez. Eşyanın, ancak Allah´ın emri veya yasağıyla
iyi veya kötü olduğunun anlaşılabileceğini söyler.
Ona göre, bir şey Allah´ın emrettiği için iyidir.
Başka bir şey de, Allah yasakladığı için kötüdür.
Görülüyor ki, Matürîdî mezhebi, Mutezile ile Eş´arî´nin
ortasındadir.
c) Matüridî metodunun, Eş´arî ve Mutezile metodundan
ayrıldığı üçüncü bir nokta da, Allah Tealâ´nm,
yaptığı işlerdir.
? Eş´arîler, Allah Tealâ´nm yapmış olduğu işlerin
sebebi sorulmaz. Çünkü Allah Tealâ Kur´an-ı Kerîm´inde;
«Allah, yaptıklarından dolayı sorguya çekilemez.»[5]
buyurmaktadır, derler.
? Mutezile, «Allah Tealâ, yaptığı şeyleri bir kısım
maksat ve gayelerle yapar. Çünkü O, hikmet
sahibidir. O´ndan, gelişigüzel bir iş meydana
gelmez. Bilakis,, herşeyi bir plana bağlamıştır.»
derler. Ve bundan şu neticeye varırlar: Allah Tealâ´nm,
iki şeyden, iyisini ve iki iyi şeyden daha iyi
olanını yapması kendi üzerine gereklidir. Çünkü
varlıkların, kendiliklerinden iyi veya kötü olmaları
ve, Allah Tealâ´mn hikmetsiz hiçbirşey yaratmaması
şunu gerektirir: Allah Tealâ´nın, iyi olmayan
birşeyj emretmesi, veya iyi olan bir şeyi
yasaklaması, imkânsızdır. O halde, Allah Tealâ´nm,
iki şeyden iyi olanını yapması ve iyi olan iki
şeyden daha iyi olanını yapması, onun üzerine
vaciptir.
? Matürîdî´nin, her iki guruba, muhalefet eden bir
görüşte olduğu görülür. Matüri.di, Allah Tealâ´nm,
boş davranışlardan uzak olduğunu ve yaptığı işlerin
bir hikmete dayandığını, çünkü Allah Tealâ´nın,
kendi kendini sıfatlandırdığı gibi hikmet sahibi ve
herşeyi bilen bir zat olduğunu söyler.
Matüridi şöyle der: «Allah Tealâ koymuş olduğu
hükümlerde ve yapmış olduğu işlerde bu hikmetini
murad eder. Fakat, Allah Tealâ bu hikmetini
dilerken, buna mecbur edilmiş değildir. Çünkü O,
mutlak bir iradeye sahiptir. Dilediğini yapandır.
Bunun için, Allah Tealâ´mn, iyi olan birşeyi veya
daha iyi olan bir şeyi yapmasının, onun için gerekli
olduğu söylenilemez. Çünkü birşeyin yapılmasının
gerekli oluşu, serbest iradeyi ortadan kaldırır.
Başkasının, Allah Tealâ´nm üzerinde bir hakkı
olduğunu icabettirir. Halbuki, Allah Tealâ bütün
yaratıkların üstündedir. Yaptıklarından hesaba
çekilemez. O´nun üzerine, bir şeyin vacip olduğunu
söylemek, O´nun hesaba çekilebileceğini gerektirir.
Allah Tealâ bundan çok uzaktır, çok yücedir.
Şurası bir gerçek ki, bu mevzuda Matüridî ile
Mutezile arasındaki anlaşmazlık, temelde bir
anlaşmazlık olmayıp, sadece, temel düşünceyi
ifadede ihtilaftır. Çünkü temel düşünce-, Allah
Tealâ´nın işlerinin, dilediği ve takdir ettiği bir
hikmete binaen olduğu ve Allah Tealâ´nın, boşuna bir
iş yapmayacağıdır.
Fakat Mutezililer, bu temel düşünceyi ifade ederken,
Allah´ın böyle yapmasının, Allah´ın üzerine vacip
olduğunu söylemişler. Matürîdîler ise, bu şekilde
ifadeyi kabul etmemişlerdir. Çünkü, Matilrîdîlere
göre bir şeyin yapılmasının gerekli olduğunu-
söylemek, o şeyin yapılmasından önce, hükmünün var
olmasını gerektirir. Halbuki, Allah Tealâ´nın
yaptığı işlerin, bir hikmete göre olduğuna hüküm
verme, işin meydana gelmesinden önce değil,
sonradır.
Ancak, Mutezile ile Eş´arüer arasındaki ihtilaf,
düşüncenin özündedir. Bu ihtilaf, «İyilik ve
kötülük, varlıkların kendisinde midir? Yoksa Allah´ın
bildirmesiyle mi bilinir?» meselesinden
kaynaklanmaktadır.
Eş´ari ile Matüridîler arasında, Allah Tealâ´nm
yaptığı işleri ve yaptığı işlerde hikmet arama
hususundaki ihtilafları, beklenmedik birtakım fer´İ
meselelerde dahi ihtilaf etmelerine yol açmıştır.
Eş´ariler, «Allah Tealâ´nm, insanları, hiçbirşeyle
mükellef tutmadan yaratabilirdi. Yaratılanları
mükellef tutması, Allah Tealâ´nm bir iradesidir.
Dilerse başka birşey de murad edebilir.» derler.
Matüridüerde; «Allah Tealâ, yaratılanları mükellef
tuttuğu şeyleri dilediği bir hikmete binaen murad
etmiştir. Allah Tealâ, dilediği ve kararlaştırdığı
hikmetten başkasını murad etmez.» demişlerdir.
Bu sebeple;
? Eş´arîler, nakli bir delil olmaksızın, sırf akli
bir faraziye ile Allah Tealâ´nm, kendisine itaat
edeni cezalandırabileceğini ve kendisine isyan
edeni de mükâfatlandırabileceğini mümkün görmüşler
ve şunu söylemişlerdir: «Zira, Allah Tealâ´nın,
itaatkâr kulu mükâfatlandırması, sadece onun
merhametinden kaynaklanan bir lütuf-tur. Günahkâr
olanı cezalandırması ise, sadece onu
dilediğindendir. Allah Tealâ´nın yaptığı ve murad
ettiği bir şey için yorum yapılamaz.»
? Matüridîler ise şöyle derler: İtaatkâr kula sevap
verilmesi, günahkâr kulun cezalandırılması, Allah
Tealâ´nm hikmeti ve iradesine binaendir. Allah
Tealâ, hikmet sahibidir, herşeyi bilendir. Allah
Tealâ, birçok âyetlerde sevap ve cezayı zikrettikten
sonra kendisinin, hikmet sahibi olduğunu beyan
eder. Meselâ şu âyet-i kerîme bunu ifade eder:
«Erkek ve kadnı hırsızların, yaptıklarının karşılığı
ve Allah tarafından bir ceza olarak ellerini kesin.
Allah, azizdir, hakimdir. Herşeye galiptir, hüküm
ve hikmet sahibidir.»[6]
? Eş´arîler, nakli bir delil olmaksızın sırf akli
bir faraziyeden hareket ederek, AÜah Tealâ´nm,
sakındırdığı bir cezadan vazgeçebileceğini
söylerler. Buna mukabil Matüridîler, buna cevaz
vermezler. Allah Tealâ´mn, hikmeti gereğince böyle
bir sakmdırmada bulunduğunu ve âyet-i kerimesinde;
«Şüphesiz, Allah vaadinden dönmez.»[7] buyurduğunu,
bu sebeple Allah Tealâ´nm, vaad ettiği mükâfattan,
sakındırdığı cezadan dönmeyeceğini söylerler.
d) Bu meselelerden sonra, problemlerin en büyüğü
olan, «Cebir ve ihtiyar» (yapmış olduğu işlerde
kulun, mecbur ve serbest oluşu) meselesine geçelim.
Bunun, Mutezile, Eş´ari ve Matüridîler arasında
nasıl çekişme ve münakaşa konusu olduğunu görelim.
? Daha önce, Mutezilîlerin bu konudaki düşüncelerini
görmüştük. Mutezilîler, «Kul, kendi işini kendi
yaratır. Böylece o hükümlere muhatap ve mükellef
olur. Kulda bulunan, kendi işlerini yapai.fi. gücü,
Allah tarafından yaratılmış ve kula verilmiştir.»
derler.
? Eş?arüer ise, «Kulda görülen işleri, Allah yaratar.
Kul, sadece cüz´i iradesiyle o işikesbeder. Kul; «kesb»i
sebebiyle mükellef olur. Sevaba erer veya
cezalandırılır.
? Matürîdîler ise bu mevzuda, Allah Teaîâ´nın, bütün
varlıkları yarattığını, kâinatta mevcut olan
herşeyin, Allah´ın mahluku olduğunu, Allah´ın
hiçbir ortağı bulunmadığını, yaratmayı O´ndan
başkasına nisbet etmenin, O´na ortak koşmak
olduğunu, bunun ise hiçbir zaman kabul
edüemiyeceğini ve akla sığmayacağını beyan etmiş ve
sonra da şunları söylemiştir. «Allah Tealâ´nm
hikmeti ancak kulun, cüzî iradesiyle yapacağı
hayırlı şeylerin sevap olacağını, yine cüzi
iradesiyle yapacağı kötü işlerin günah olacağını
gerektirmektedir. Allah´ın hikmeti yanında, adaleti
de bu durumu gerektirmektedir. Böylece, Allah Tealâ´nın,
«Sizi de, yaptıklarınızı da, yaratan Allahtır.»
kelamı mucibince kulların işlerinin Allah tarafından
yaratılmış olduğu ortaya çıkmaktadır.»
îşte, Matürîdi ile Mutezilenin arası bu noktada
açılır. Çünkü Mutezililer, kulların işlerinin,
Allah´ın kula verdiği bir güçle, kullar tarafından
yaratıldığını söylerler. Fakat, kulun cüzi irade
bulunduğu düşüncesiyle, kulda görülen işlerin,
Allah tarafından ve Allah´ın verdiği güçle
yaratıldığını söylemek nasıl bağd aştırılacak bir?
Bu hususta Matürîdî, aynen Eş´arînin sözlerini
söyler ve şöyle der: «Kulun, yaptığı işlerde
katkısı, sadece (kesb) kazanmaktır. Kul, bu hususta
serbesttir. Kul, sevaba ve cezaya bu kazanma
vasıtasıyla layık olur.» Matüridi, bu görüşte
tamamen Eş´arî ile birleşir, ancak şu noktada yine
ayrılırlar.
? Eş´ari´ye göre kesb (kazanma), Allah tarafından
yaratılan işle, kulun ihtiyarının (seçmesinin)
birîeşmesidir. Fakat kulun bu kesbde hiçbir etkisi
yoktur.
Eş´ari´nin bu ifade şekline göre, kulun işi gibi
kesbi de Allah tarafından yaratılmıştır. Âlimler bu
görüşün cebre yol açtığı kanaatindedir. Çünkü kulun
herhangi bir katkısı olmayan bir seçimin hiçbir
mânâsı yoktur. Bu sebepledir ki, Eş´ari´nin bu
görüşüne «orta derecede bir cebr» denilmiştir. Selef
iye mezhebini açıklarken de izah edeceğimiz gibi,
İbn. Hazm ve İbn. Teymiye bu görüşün «mükemmel bir
cebr» olduğunu söylemişlerdir.
Evet, Eş´arî´ye göre kesb anlayışı ve bu anlayışın
yol açtığı mânâ budur.
? Matürîdî´ye göre kesb (kazanma), Allah Tealâ´nın
kula verdiği bir güçle yapılır. Matürîdî´ye göre
kul, Allah´ın onda yarattığı bir güçle herhangi bir
işi yapabilir veya yapmayabilir. Kul hürdür, bir işi
yapmada seçme yeteneğine sahiptir. Dilerse bir işi
yapar ve bu yapışı, Allah Tealâ´nın yarattığı işle
birleşir, dilerse yapmaz. Sevap ve günah bu yolla
kazanılmış olur. Kesb böyle izah edilince, Al-lahutealâ´nm
kullarının seçmelerine göre fiillerini yarattığını
söylemek, kulların kesbi bulunduğunu söylemekle
çelişmez.
Görülüyor ki, Matürîdî,, bu görüşü ile Mutezile ile
Eş´ari´ler arasında orta bir yol tutar.
? Mutezile, 4şler, Allah´ın kula verdiği bir güç ile
kul tarafından yaratılır.» der.
? Eş´ariler ise, «Fiilin yaratılmasında kulun «Kesb»
den başka herhangi bir katkısı yoktur. «Kesb» ise,
kulun, tesiriyle meydana gelmeyen, sadece kulun
isteğinin, Allah´ın yaratmasıyla birleşmesi demek
olan bir şeydir» der.
? Matürıdİ ise, «Kesb, kulun gücü ve tesiriyledir»
der. Kesb´e tesir eden ve fiiller meydana geldiğinde
eseri görülen,
kuldaki bu güce «İstitaat» (güç yetirme) denir. Ebu
Hanife´ye göre kulun mükellef olmasının sebebi
budur. Bu hususta, Matüridî de Ebu Hanife´ye tâbi
olmuştur. Kuldaki bu «istitaat» fiillerin vukuunda
görülür. Çünkü bu, sonradan yaratılan ve yenilenen
bir güçtür. Bu sebeple «istitaatm» fiilden evvel
bulunması gerekmemektedir.
Mutezililer, insandaki bu güç yetirmenin, fiillerin
meydana gelmesinden önce insanda mevcut olduğunu,
çünkü insanın, gücü yettiği için mükellef oluşu ve
emir ve yasaklara muhatap oluşu, fiilin meydana
gelmesinden öncedir.
e) Allah Teaîâ´nm sıfatları: Daha önce de beyan
ettiğimiz gibi, Mutezile, Allah Tealâ´nın sıfatları
bulunduğunu kabul etmemişlerdir. Eş´arî ise, Allah
Tealâ´nın sıfatlarının var olduğunu ve bu
sıfatların, zatın aynısı olmadığını söylemişler.
«Allah´ın, kudret, irade, ilim, hayat, sem´i, basar,
kelam gibi sıfatları vardır ve bunlar, onun zatının
aynı değildir.» demişlerdir.
Mutezililer ise, «Allah Tealâ´nın zatından başka
birşey yoktur. Kur´an-ı Kerim´de zikredilen, «Alim»,
«habîr», «hakim», «semî», ?basîr» gibi kelimeler,
Allah Tealâ´nın isimleridir.» demişlerdir.
Daha sonra, Matürîdî geldi, Allah Tealâ´nın, bu gibi
sıfatları bu lunduğunu ispat etti. Fakat o, «Bu
sıfatlar, Allah´ın zatından başka bir şey değildir.»
dedi. Matürîdî´ye göre, bu sıfatlar, Allah Tealâ´nın
zatıyla birlikte vardır. Zatından ayrılamazlar. Ve
bunların, zat´dan ayrı, müstakil bir mahiyetleri
yoktur ki, sıfatların birden fazla oluşunun,
«Kadim» olan Allah´ın birliğine gölge düşürdüğü
zannedilsin.
Matürîdî bu görüşü ile,Mutezileye yaklaşmış, daha
doğrusu, hemen hemen Mutezile ile birleşmiştir.
Müslümanlar arasında, Allah Tealâ´nm, âlim, semi,
basîr, kadir, murîd (irade edici) olduğunda herhangi
bir ihtilaf yoktur. Aralarındaki ihtilaf sadece bu
kelimelerin, Allah´ın zatından ayrı, kendilerine
mahsus bir mahiyetleri bulunup bulunmaması
hususundadır.
Mutezililer, onların, herhangi bir mahiyeti
olacağını kabul etmemektedir.
Eş´ariler ise, bu kelimelerin, ancak, zatla
bulunabileceğini, bununla beraber, zattan başka bir
şey olduklarını söylemişlerdir.
Matüridîler ise, bu sıfatların, zattan başka birşey
olmadıklarını kararlaştırarak, hemen hemen Mutezile
ile birleşmişlerdir.
Meselâ: «Kelam» sıfatı ve Kur´an-ı Kerîm´in, mahluk
olup olmadığı hususunda şöyle izahlarda
bulunmuşlardır:
? Mutezile; Allah Tealâ´nm, ister zatından başka bir
şey olsun, isterse zatının tam aym olmasın, «Kelâm»
diye bir sıfatının olduğunu kabul etmez. Ve
?Kur´an-ı Kerim mahluktur» der.
? Eş´ariler ise bu meselede, fıkıh ve hadis
âlimlerinin metodunu izlediler. Kur´an-ı Kerîm´in,
«Kadim» olduğunu söyîemedilerse de, O´nun, Allah´ın
kelamı olduğunu ve mahluk olmadığını ileri
sürdüler.
? Sonra Matüridi geldi. Engelleri aştı, Kur´an-ı
Kerim´in, mânâsının, Aîlahu Tealâ´nm kelâmı
olduğunu, bu itibarla kelamın, Allahu Tealâ´nm zati
sıfatlarından biri olduğunu ve Allah´ın zatının
kadimliği ile kadim olduğunu ve kelamının, harf ve
kelimelerden meydana gelmediğini, çünkü harf ve
kelimelerin, sonradan icadedildiklerini, sonradan
icad edilen bir şeyin, varlığı gerekli, kadim bir
zat´a sıfat olamayacağını, bir de sonradan
icadedilen bir şeyin arazdan olduğunu, ârâzm ise,
Allah´ın zatı ile kaim olamayacağını söylemiştir.
Bu izaha göre, Kur´an-ı Kerîm´in mânâsını gösteren
harf ve ibareler hadistir (sonradan yaratılmıştır).
Bundan şu neticeye varılır:
Kur´anı Kerîm´in, kadîm olan mânâsını ifade eden
harfleri, lâfızları ve ibareleri hadistir.
Matüridî, bu izah tarzıyla Mutezile ile
birleşmiştir. Çünkü o, Kur´an-ı Kerîm´in, mahluk
olduğunu söylememiş ise de, hadis olduğunu
söylemiştir.
Hülâsa, Kur´an-ı Kerîm, üç vasıfla
sıfatlandırılnııştır.
?Mutezilüer, Kur´an-ı Kerim´i «mahluk» olarak
sıfatlandirmışlardır.
? Eş´ariler, fıkıh ve hadis âlimleriylo, Kur´an-ı
Kerîra´in «mahluk» olmadığını söylemişler, fakat
onu, «kadim» olarak sıfatlandır-mamışlardır.
? Matürîdîler ise, Kur´an-ı Kerîm´in «hadis»
olduğunu söylemişler ve O´nun «mahluk» olduğunu
söylememişlerdir. îşte ihtilaf konusu budur,
ihtilaflar, herhangi bir neticeye varmamaktadır.
Zira görüldüğü gibi ihtilaflar yüzeyseldir.
f) Matüridî, Allah Tealâ´nın, kendisini
sıfatlandırdığı bütün sıfatları ve halleri, olduğu
gibi kabul edip, asıllarını reddederek, onları
değiştirmeye girişmemesiyle beraber Allah Tealâ´nın,
cisimden, mekandan ve zamandan beri olduğunu kabul
eder. Allah Tealâ´nın «yüz», «el», «göz» gibi
uzuvlara sahip olduğunu zahiren ifade eden âyet-i
kerîmeleri, te´vil eder ve daha önce beyan ettiğimiz
prensibine göre hareket eder. O da; «Müteşabih
âyetleri, mânâsı açık muhkem âyetlerle izah
prensibidir.» Meselâ; Matüridî, «...Ve sonra Allah
arşı istiva etmiştir...[8] âyet-i celilesindeki
«istiva» kelimesini «Düzgünce yarattı» şeklinde izah
etmiş. «... Biz ona şah damarından daha
yakınızda-.[9] âyet-i celîlesini, «Allah Tealâ´nın
azametine ve kudretinin kemaline işaret ediyor.»
diyerek izah etmiştir. Böylece Matürîdi, her teşbihi
veya cisim nisbet etmeyi, yahut yer ve zaman izafe
etmeyi te´vil eder, böylece Mutezilîlere yaklaşır,
yahut onlarla birleşir.
? Eş´ari´den ise, bu hususta iki görüş
nakledilmektedir. Birinci görüşünü «îbane» adlı
eserde zikreder. Bu görüşe göre Eş´arî, müte-şabih
âyetlerin tevil edilemiyeceğini, Allah Tealâ´nın
«eli» bulunduğunu fakat onun elinin, yaratıkların
eline benzemiyeceğini, çünkü O´nun, Kur´an-ı Kerîm´de
«... O´nun hiçbir benzeri yoktur...»[10]
buyurduğunu söyler.
«Lem´a» adlı eserde zikrettiği ikinci görüşü ise;
riıüteşabih âyetlerin, muhkem âyetlere göre tevil
edilebileceğidir. Nitekim, Matüridî de aynı yolu
tutmuştur.
Bu görüşün, Eş´arî´nin son görüşü olduğu
anlaşılmaktadır. Çünkü Eş´arîler, bu son görüşü
kabullenmekte «Allah´ın eli veya yüzü vardır»
diyenin, Allah´ı yaratılanlara benzeten kimselerden
olacağına dair hüküm vermektedirler. Evet, bu son
görüş, tamamen Matürî-dî´nin görüşünün aynısıdır.
g) Allah Telaâ´nm görülmesi meselesi. Kur´an-ı
Kerim´de, Allah Teaİâ´nın, âhirette görüleceğine
dair âyet-i celîleler mevcuttur. «O gün, Rablerine
bakan, pırıl pırü parlayan yüzler de vardır.»[11]
Buna dayanarak, Eş´arî, Allah Teaîâ´mn, kıyamette
görüleceğini tesbit ettiği gibi, Matürîdi de tesbit
etmiştir. Ancak, Mutezile fırkası, Allah Tealâ´nm
görüleceği görüşünü reddetmiştir. Çünkü* Allah´ı
görmek, görenin ve görülenin bir yerde bulunmasını
gerektirir, bu ise, Allah Tealâ´ya «Mekân? isnad
etmek olur. Halbuki Allah Tealâ, herhangi bir yerde
bulunmaktan münezzehtir. Zaman mefhumu O´nun için
söz konusu değildir. Allah Teaîâ´mn kıyamette
görüleceğine inanan Matüridî, "Allah Tealâ´mn,
kıyamette görülmesi meselesinin, kıyamete ait
hallerden olduğunu, bu hallerin, keyfiyetlerinin ne
olduğunu ancak, Allah Tealâ´nın bilebileceğini,
bizlerin bu hususta, keyfiyetin nasıl olacağını
bilmeden, sadece, Allah´ın görüleceğini beyan eden
metinleri bildiğimizi söyler.
Mutezile, kıyamette, Allah Tealâ´nın görülmesi
meselesini, cisimlerin görülmesine benzetmektedir.
Cismi olmayan bir şeyin görülmesini, cismi olan bir
şeye kıyaslamaktadır. Bu ise, şartları bulunmayan
bir kıyastır. Göz ile görülmeyen bir şeyi, göz ile
görülen bîr şeye kıyaslamanın şartlarından biri de;
görünmeyenin, görülenin cinsinden olmasıdır.
Görülmeyen, görülenin cinsinden olmazsa, kıyasın
şartları tahakkuk etmediği için, kıyas temelinden
çürüktür.
Böylece Matüridî, Allah Tealâ´nm, kıyamette
görüleceği neticesine varır. Allah´ı görme
meselesinin, hesap, sevap ye ceza günü olan kıyamet
gününün hallerinden biri olduğunu söyler.
Görülmesinı, nasıl olacağını anlatmaya kalkışmanın
mantıksız bir saldırı olduğunu beyan eder. Allah
Tealâ´nın, nasıl görüleceğini, gerek olumlu gerek
olumsuz yönden bilmeye çalışanın, haddini aştığını,
ilminin üstünde olan bir şeyi öğrenmeye çalıştığını
´söyler. Halbuki Allah Tealâ şöyle buyurur: «Ey
insanoğlu, bilmediğin bir şeyin ardına düşme.
Çünkü, kıyamet gününde, kulak, göz ve kalb, işte
bütün bunlar, yaptıklarından mes´uldürler.»[12]
h) Büyük günah; İslâm âlimleri, mümin olan kişinin,
cehennemde ebedî kalmayacağı hususunda ittifak
etmişlerdir. Ancak, cehennemde ebedi olarak
kalmayacak olan müminin- kim olduğu hususunda
ihtilaf etmişlerdir.
? Haricîler, büyük veya küçük, hertürîü günah
işleyenin, kâfir olduuğnu söylemişlerdir. Onlara
göre, bu gibi bir insan ne nıüslümandır, ne de mü´min.
? Mutezile ise, büyük günah işleyeni müslünıan
sayar, fakat onun mü´min olduğunu kabul etmez. Onun,
samimi bir tevbe ile tevbe etmedikçe ebedi olarak
cehennemde kalacağını, fakat göreceği âzâbm, Allah´a
ve Resul´üne iman etmeyenlerin azabından daha hafif
olacağını söyler.
Harici ve Mutezililerin, ameli, imandan bir cüz
(parça) saydıkları anlaşılıyor.
? Ameli, imandan bir cüz saymayan, Eş´arî ve
Matürîdi mezhepleri ise, büyük günah işleyenin,
hesaba çekileceği ve ceza görebileceği, yahut
Allah´ın, îûtfu ile o kimsenin günahlarım
affedebileceğini kabul ederler. Büyük günah
işleyenin imandan çıkmayacağını söylerler.
Bu hususta Matüridi´nin görüşü; «Tevbe etmnse dahi,
büyük günah işleyen kimsenin, cehennemde ebedî
olarak kalmayacağıdır.» Matüridi bu hususta yine
şöyle söyler: «Allah Tealâ, Kur´an-ı Keriminde,
kötülüğün derecesine göre insanı cezalandıracağını
beyan buyurur ve şöyle der: «...Kim de bir kötülük
işlerse sadece o kötülüğün misliyle cezalandırılır.
Onlar, haksızlığa uğratılmazlar...»[13] Şüphesiz ki
Allah´ı inkâr etmeyenin veya O´na ortak koşmayanın
günahı, kâfir ve müşrikin günahından daha hafiftir.
Allah Tealâ, cehennemde ebedî olarak kalmayı, ortak
koşmanın ve inkâr etmenin cezası olarak tayin
etmiştir. Şayet Allah Tealâ, inancı olduğu halde
büyük günah işleyeni, kâfire verdiği ceza ile
cezalandıracak olursa, kişiye, günahından fazla ceza
vermiş olur. Bu da, Allah´ın, vaadinden dönmesi
demektir. Allah ise, kullarına asla zulmetmez ve
vaadinden asla dönmez.
Diğer yandan, inkâr edenle, günahkâr müminin
cezasının eşit oluşu, Allah Tealâ´nm hikmet ve
adaletine ters düşer. Çünkü günahkâr mümin, en
büyük olan bir iyiliği yapmıştır. O da iman
etmektir. Kâfir ise, eri kötü bir fenalığı
yapmıştır. O da inkâr etmektir. Eğer, Allah Teaiâ,
günah işleyeni ebedî olarak cehennemde bırakmış
olsa, bu takdirde, en büyük fenalığı işleyenin
cezasını, en büyük iyiliği işleyenin mükâfatına
denk tutmuş olur... Adalet ve hikmet, cezanın suç
kadar olmasını ve sadece mükâfatın, yapılan
iyilikten daha fazla olabileceğini gerektirir.»
Sonra, Matüridi (R.A.) şunları söyler; «Müminlerden,
günah işleyenlerin gerçek durumu Allah´a
bırakılmıştır. Allah dilerse, kendinden bir lütuf,
bir iyilik ve merhamet olarak, bunları affeder,
dilerse, günahları kadar onlara azabeder. Fakat
onlar, cehennemde ebedi olarak kalmazlar.
Böylece ehl-i İman, ümitle korku arasında bulunur.
Allah Tealâ, küçük bir günahın karşılığında kulu
cezalandırabilir, büyük bir günahı işlemesine
rağmen onu affedebilir. Nitekim, bir âyet-i
kerîmede şöyle buyurur: «Şüphesiz ki Allah, kendine
ortak koşulmasını affetmez. Bunun dışında, dilediği
kimseyi affeder. Kim, Allah´a orta?: koşarsa
şüphesiz, büyük bir günah ile iftira etmiş
olur.»[14]
Hicrî 3. ve 4. yüzyıllarda, tslâmî düşünceyi meşgul
eden bu meseleler hakkında Matüridi´nin topluca
görüşleri bunlardır.
Bu meseleler, âlimler arasında, fikri sürtüşmelere
yol açmıştır. Âlimler, bu meseleler hakkında ihtilaf
etmenin, ehl-i kıble olan herhangi bir kişiyi küfre
götürmeyeceği hususunda ittifak etmişlerdir. Âlimler
arasındaki ihtilaf konusu şudur. Aralarında
hangisinin metodu, sahabe-i kiram´m ve tabiinin
metoduna daha uygundur? Kurtuluşa daha yakındır?
Din için hayır dilemeyenlerin ortaya attıkları
şüphelerden daha uzaktır?
Matüridi´nin görüşleri, Mutezileye daha yakındır.
«Bunun görüşleri, Ebu Hanife´nin görüşlerinin
izahıdır.» denilmiştir. En iyisini Allah bilir.[15]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] İslamda Siyasî Ve İtikadî Mezhepler Tarihî Prof.
Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/214-217.
[2] İslamda Siyasî Ve İtikadî Mezhepler Tarihî Prof.
Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/218.
[3] Nisa suresi âyet; 82
[4] İslamda Siyasî Ve İtikadî Mezhepler Tarihî Prof.
Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/218-220.
[5] Enbiya suresi âyet; 23
[6] Maide suresi âyet; 38
[7] Al-i Imran suresi âyet; 9
[8] Secde suresi âyet; 4
[9] Kaf suresi âyet; 16
Kaf suresi âyet; 16
[10] Şura suresi âyet; 11
[11] Kıyame suresi âyet; 22-23
[12] Isra suresi âyet; 36
[13] En´am suresi âyet; 160
[14] Nisa suresi âyet; 48
[15] İslamda Siyasî Ve İtikadî Mezhepler Tarihî
Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/220-231.
|
|