Günün son saatlerinde çocukları denizden toplayıp kumlarını yıkadım. Rezil bir an gerçekten, ne kadar yıkasak da bir yerlere sinsi ayrık otu gibi konuşlanmış oluyorlar. Duş sırası bekleyen insanlar var, herkes aç ve yorgun. Hızlanmak, depara kalkmak lazım ve saçlarım kısa bir duş için çok uzun. Her seferinde iki kulaç atmak bu çileye değer mi diye düşünüyorum.
Plastik terlikler, ıslak havlular, baş döndürücü bir gider kokusu içinde bir an arkama döndüm. Tam karşımdaydı. Herkesin sırtını döndüğü yerde sadece bana bakıyor gibiydi. Ufuk çizgisinde denize doğru dağılarak eriyen kızıl bir güneş, onu meftun birer aşık zarafetinde uğurlarken hassas bir tül gibi incelmiş bulutlar ve çizgi çizgi maviden griye, griden pembeye dönüşerek kızıllıkta karar kılan bir deniz. Bu deniz Sisley'nin sularındaki ışıklar gibi yanan bir büyücü küresine benziyordu. İçindeki olanca karanlığı anlık bir ışıkla gizleyip, Hüküm Dağı gibi için için yanıyordu.
Filmlerdeki gibi bir anda şamata sustu, notalar zamanın dibini boyluyor, ağır çekime geçmiş gibi yavaşlayan ânın tam ortasında kendi nefesimi duyarken karşımda Muhteşem Bay Gatsby mavi gözleriyle bir kadeh deniz uzatıyordu. Sadece gözgöze gelerek insanı sarhoş eden, damarlarında gezen, yarı delilik yarı uyku gibi zihnin komaya girdiği birkaç saniyede sayısız rengin milyonlarca tonu gözlerime akıyordu.
O dingin su anne karnı sıvıları gibi ciğerlerime dolsun, beni hapsetsin yoketsin istedim. Yaşam ve ölüm çıkmasında bu sefil bedeni bir ruh gibi terkedecektim. O sırada arkamdaki kapı açıldı, Mete "asla bir Ştefın Zvayg olamayacaksın" der gibi seslendi: "Anne çişim geldi."
YORUMLAR