Yağmura yakalanınca Allah'ın evine sığındım; Kocatepe Camii'ne. Cumhuriyet Döneminde yapılmış 1987'de tamamlanmış bir yapı.
Mimar Sinan'ın çıraklık eseri Şehzade'nin neredeyse aynısı. Dört devasa paye üstünde yükselen nefes kesici bir kubbesi var. Süsleme programı da Osmanlı karakterinde; zarif kalem işleri, vitraylar arasında yine Osmanlı'nın çok sevdiği sülüs hatlar, serin mermerler, yumuşak halılar, yankı yankı heyecan veren akustiği ve heybetiyle çok güzel bir cami.
Neden Osmanlı'yı taklit diye sorarak içeri girip harimde bir daire çizince taklit dediği için mahçup oluyor insan. Mimarinin diğer sanatlardan en büyük farkı bu bence. En nefes kesen o. Küçücük kalıyor insan içinde, saygı duyuyor, sanki had bildiriyor gibi.
Şehzade'de Sinan'ın yaptığı en bariz şeylerden biri, keskin köşelerden, kütlesel duvarlardan iç ve dış silüeti arındırmaktı. Dev gibi taşıyıcılar bir süsleme alanı olarak değerlendirilmiş, insan farketmiyor bile yapının ortasındaki fil payeleri.
Şehzade'de altıgen gövdeler, Kocatepe'de onikigen olarak tasarlanmış. Yüzey ne kadar parçalanırsa, görsel ambiyans o kadar başarılı oluyor bu kadar büyük alanlarda.
Baktığınız zaman kocaman bir duvara çarpıp kalmıyorsunuz, peşpeşe dizilmiş küresel şekillerin çizdiği bir sonsuzlukta gezip duruyorsunuz. Bazı araştırmacılar bu sonsuz görsel döngünün tasavvufta dünyanın her an yeniden yaratıldığı düşüncesinin mimariye yansıması olduğunu düşünüyorlar.
Başınızı yukarı kaldırdığınızda bir girdaba kapılıyorsunuz.
Ögelerin birleşim yerleri bile bu sürekliliği bozmamak için mukarnaslarla dolgulanmış.
Bu kadar sanat tarihi muhabbeti yeter sanırım.
Bana kalsa bu mahfilde oturur, sabaha kadar öve öve bitiremem.
Her motifin her taşın anlattığı bir şeyler var.
Başımı palmetlere yaslıyorum ve dinliyorum.
Kesinlikle bir ruhu olmalı...
YORUMLAR