Mustafa Yoker
KÜÇÜKMUSTAPAŞA- CİBALİ 2. Bölüm
Ayakapı parkı ve Ayakapı İskelesi
Sirkeci Tekkesinden biraz ilerleyip, Aya Kapı’nın kemerli kapısından sahile tarafına çıkınca, kapının sol tarafında tarihi bir çeşme göze çarpar. Bu çeşmenin üzerinde Arapça rakamlarla 1923 yazar ve adı Cumhuriyet Çeşmesi’dir. Benim çocukluk yıllarımda bu çeşmenin hemen yanında köfteci İsmail’in köfteci arabası dururdu.
Aya Kapı ’ya yüzmeye gittiğimizde bu çeşmeden su içer ve köfte alıp yerdik. Köfteci İsmail akşama kadar burada ki tezgâhın başında köfte satar, akşam olunca da tezgâhını toparlayıp, köfteci arabasını kapatırdı. Vanlının Kahvesinde ki bekâr odalarından birisinde yaşardı. O yıllarda İstanbul’da ki bütün çeşmelerin suları içilebilirdi. Çeşmelerden akan içme suyu Terkos gölünden geldiği için içme suyunun adı Terkos’tu. Terkos demek bizim için içilecek su demekti.
Terkos kelimesi Türkçeleştirme furyası içinde Durusu olarak değiştirildi ama ben hala alışkanlıkla Terkos diyorum. Çeşmelerin yanında zincire bağlı bir maşrapa olurdu. Susayanlar bu maşrapa ile su içerlerdi. Şehrin pek çok yerinde hayrat çeşmeleri vardı. Çeşmenin yan tarafında, kemerli kapının hemen dibinde bir türbe vardır. Bu türbe Fatih Sultan Mehmet’in Sekbanbaşısı Abdurrahman Ağa’nın türbesidir. Türbenin üzerinde Fevkani bir mescit yer alırdı.
Fevkani Mescit, üst katta ki mescit anlamına gelmektedir. Mescidin hemen bitişiğinde ki bina, Osmanlı döneminde sur kapısı karakolu imiş, Cumhuriyet döneminde bir müddet karakol olarak kullanılmış sonra Kızılay’a tahsis edilmiş. Benim çocukluğumda muhtarlık binasıydı. Bugün ise restore edilmiş ve Nev’i Kafe adıyla kafe olarak hizmet veriyor. Aya Kapı’nın kemerli çıkışının hemen karşısında, yolun geçince deniz tarafında Ayakapı Parkı yer alırdı. Haliç kıyısını süsleyen Ayakapı Parkı, Aksaray tarafında ki Yenikapı sahilinden sonra bizim ikinci yüzme adresimizdi.
Mahallenin çocukları yüzmeyi ilk önce Yenikapı sahilinde öğrenirler sonra Ayakapı’da yüzmeye devam ederlerdi. Ayakapı parkının hemen sağ kıyısında eski Ayakapı Vapur İskelesi yer alırdı. Buradan yolcu motorları kalkardı. Bizim mahallenin çocukları Karadenizli oldukları için küçük yaştan itibaren kürek çekmeyi çabucak öğrenmişlerdi. Arkadaşlarla sandal kiralayıp, Haliç’te turlar ve balık tutardık. Haliç o zamanlar elbette pırıl pırıl değildi ama henüz balıkların yaşayabildiği, balık sürülerinin sığındığı bir iç denizdi. O yıllarda Haliç’te bol miktarda balık bulunurdu.
Haliç’te akın eden, havaya zıplayan kocaman Kırlangıç balıkları hala hafızamda bir yerlerde saklıdır. Aya Kapı parkı içinde çimlerin, çiçeklerin ve ağaçların bulunduğu şirin bir kıyı parkıydı. Parkın deniz tarafında sandalların kıyıya çekildiği tahtadan sandal iskeleleri yer alırdı. Bu iskelelerde balıkçı sandalları ile kiralık sandallar bağlı olurdu. Vapur İskelesinin yanından Kasımpaşa’ya dolmuş kayıkları kalkardı. Ayakapı’da yüzdüğümüz yıllarda Haliç’in ortasında Ali İpar, Virginia İpar, Nezihi İpar adlı üç tane büyük gemi demirli dururdu. Bu gemilere kadar yüzerdik ve bu gemilerin merdivenlerinden tırmanarak güverteye çıkar, güverteden denize atlardık.
Bu gemiler senelerce Haliç’te demirli kalmıştı. Bir gün merak edip babama, bu gemilerin neden sahipsiz bir şekilde yıllardır burada demirli olarak durduğunu sormuştum. O da bana gemilerin sahibi olan İpar Ailesinin film gibi hikâyesini anlatmıştı. Şeker kralı İpar Ailesi’nin yükselişi 1920'lerde başlamış. O yıllarda devlette hâkim olan Sermayeyi Türkleştirme Siyaseti, yeni cumhuriyetin ilanıyla birlikte ticaretin Rum, Ermeni ve özellikle Yahudi azınlıkların elinden alınmasını hedefleniyormuş. Yeni kurulan cumhuriyet, “Türk Zengini” yaratma gayreti içinde bir takım Türk girişimcilere devlet adına yollar, fabrikalar, köprüler yapma görevlerini vererek onları desteklemiş.
Bu süreç içerisinde Mehmet Hayri İpar’ın adı, çevresinde, “Atatürk’ün müteahhidi ”ne çıkmış. Mehmet Hayri İpar, aslında Mudanyalı bir öğretmen-subaymış, önce Türk Şeker Sanayi A.Ş.'nin murahhas azası olmuş ardından da devletle yaptığı işler sonucunda iyice zenginleşmiş. 1930'lu yıllara gelindiğinde artık servetinin ve gücünün sınırı yokmuş. İpar ailesi İkinci Dünya Savaşı yıllarında, savaştan uzak olmak için ABD'ye taşınmış. Savaşın bitiminde Türkiye çok partili rejimi geçmiş ve yapılan seçim sonucunda Demokrat parti iktidarı gelince, İparlar yeniden Türkiye’ye dönmüşler.
Bu arada Mehmet Hayri İpar’ın oğlu Ali İpar, babasının yerine işlerin başına geçmiş ve Demokrat Parti ileri gelenleriyle, Başbakan Adnan Menderes’le iyi ilişkiler geliştirmiş. Yaptığı işlerde de geliştirdiği bu yakınlıkları kullanmış. Ali İpar, gemi taşımacılığı işine el atmış ve oldukça büyük tonajlı beş tane gemi siparişi vermiş. Gemilerin teslim zamanı geldiğinde ise döviz bulmakta zorlanmış. Adnan Menderes’ten yardım istemiş. Devreye giren Başbakan Adnan Menderes Ali İpar'a döviz tahsis edilmesini sağlamış. Gemiler birer birer teslim edilirken, tam o sırada 27 Mayıs darbesi olmuş. Devlet Ali İpar'ın gemilerine ve İpar Transport şirketine el koymuş. Ali İpar tutuklanarak Yassıada'da yargılanmış. İşte bizim yüzerek gittiğimiz ve güvertesinden denize atladığımız gemiler, devletin el koyup Haliç’e çektiği gemilermiş.
Biz masum bir şekilde yüzerek bu gemilere kadar gidip güvertesine çıkıp çığlıklar atarak, güle oynaya denize atlıyorduk ama bu gemiler hakkında masumca düşünceleri olmayanlarda vardı. Gemi korsanı denilen bazı hırsızlar geceleri bu gemilere yanaşıp içinde ki malzemeleri çalıyorlardı. Senelerce burada demirli kalan ve talan edilen İpar gemileri sonunda jilet yapılmak üzere Haliç’ten alınarak götürüldüler.
Ayakkabıya Balık Geldiiii! Çifti 50 kuruş!
Ayakapı parkının sağ köşesinde ki eski vapur iskelesinin hemen yanında Koço’nun kahvesi vardı. Bu balıkçı kahvesinin bir adı da Asmalı kahveydi. Küçükmustapaşalı yaşlıların ve balıkçıların mekânıydı. Buradan karşı kıyıda ki Kasımpaşa’ya dolmuş yapan kayıklar kalkardı. İstanbul’a balık akını olduğu günlerde balıkçılar, Koço’nun kahvesinin önüne balıkları yığarlardı ve ardından hemen bir cazgır çıkartırlardı. Ayakapı’nın cazgırı Cengiz Kalkan’dı.
Faik Kaptan’ın Cengiz Kalkan’ın dışında birisi kız yedisi erkek olmak üzere tam dokuz çocuğu vardı. Kalkan ailesi futbolcu fabrikası gibiydi. Korsan Kemal, Metin, Zorbay ve Çetin hepsi dönemin önemli takımlarında oynuyorlardı. Cengiz Kalkan semtte ki bütün sokakları turlar ve megafonla bağırarak balık geldiğini müjdelerdi. “Ayakkabı ’ya balık geldiiii! Palamutun çifti 50 kuruş!” Bu sesi duyan mahallenin Karadenizli kadınları, evde ki teneke kutuları kaptıkları gibi Ayakapı Parkı’na koşarlardı. O yıllarda ister küçük olsun isterse büyük olsun hiçbir teneke kutusu atılmazdı. Küçük teneke konserve kutuların içi boşalınca, kutular saksı olarak kullanılırdı.
İçlerine çiçek dikilerek, pencere önlerine yerleştirilirlerdi. Büyük teneke kutular ise semt kadınları tarafından tuzlu balık hazırlamak için kullanılırlardı. Boş şişeler mandal karşılığı satılır, satın alınan şişelerde yıkanarak yeniden kullanılırdı. Tenekelere tuzlu balık basıldığı günlerde kediler de bayram ederlerdi. Bir an da bütün mahalle balık kokardı. Teneke kutularda saklanan tuzlu balıklar bütün sene boyunca tüketilirdi. O yıllarda mahalle de ki doğu kökenli tek aile bizim aile idi. Annem çok küçük yaşta İstanbul’a geldiği ve de küçük yaşta evlendiği için, Doğu yemeklerini pek bilmezdi. Babam da annem gibi çok küçük yaşta İstanbul’a geldiği için, o da Doğu yemeklerine pek meftun değildi. Annem semt pazarlarından aldığı mevsimlik sebzeleri, mevsimine göre etli veya zeytinyağlı olarak pişirirdi. Bizde Karadenizli aileler gibi etten daha çok balık tüketirdik. Bahçeye çıkarılan mangalların üzerinde ızgarada pişen balıkların kokusu bütün mahalleyi sarardı.
O yıllarda palamut, uskumru, Lüfer, istavrit ve hamsi çok boldu. İşte ben bu nedenle Doğu kökenli bir aile olmamıza rağmen, Doğu mutfağına değil, ailecek zeytinyağlıların ve balığın ağırlıkta olduğu İstanbul mutfağına alışıktık. Ayrıca çocukluğumda arkadaşlarımla ders çalışırken onların evlerinde sayısız kere karalahana, mısır ekmeği ve hamsi yemem nedeniyle Karadenizlilerin yöresel mutfağına da alışıktım. Bugün de en sevdiğim balık bütün Karadenizlilerin favorisi olan hamsidir. Hele mısır ekmeği ile yapılan ve hamsikoli denilen hamsili mısır ekmeğine ve hamsi pilavına bayılırım. Bizim semtte ki Karadenizli kadınların hemen hemen hepsi, evlerinin bahçelerine karalahana ekerlerdi. Karalahana, hamsi ve mısır ekmeği semtte ki Karadenizlilerin vazgeçilmezlerindendi. Küçük Yenikapı- Çıfıt Hamamı Herkes Aksaray tarafında ki Yenikapı’yı bilir ama Küçükmustapaşa’da ki Küçük Yenikapı’yı bilen pek yoktur.
Bu kapı Ayakapı’nın biraz ilerisinde Haliç surları üzerinde Kanuni Sultan Süleyman'ın emriyle açılan bir kapıdır. Sonradan açıldığı için de adı Yenikapı olmuştur, şimdilerde buraya Yeni Ayakapı’da diyorlar. Hemen yanı başında ki sokak, bu kapının adını taşıyan Yenikapı Sokağı’dır. Küçük Yenikapı’nın sahil tarafında çocukluk yıllarımda Küçük Yenikapı İskelesi bulunurdu. Babamın Trandil denilen iki tane Kum Motoru nakliyat işlerini bitirince, Küçük Yenikapı İskelesi’ne bağlanırdı. Haliç bir iç denizdi ve tekneler için güvenli bir yerdi ama lodos çıkınca işler değişirdi. Lodos denizcilerin korkulu rüyasıydı. İskelelere bağlı olan sandallar, tekneler, motorlalar için tehlike demekti. Denizin azmasıyla birlikte çıkan fırtına ile denizde ne var ne yoksa karaya vurabilirlerdi. Teknelerin, motorların iskeleye bağlı olduğu halatlar kopabilirdi.
Bu nedenle hava değişmeye başladığında ve lodos çıkma ihtimali belirdiğinde, babam iskeleye gidip kum motorlarını kontrol ederdi. Bazen bende onunla birlikte giderdim. Küçük Yenikapı İskelesi bir yük iskelesiydi. O yıllarda Küçük Yenikapı ve Balat arasında ki kıyı şeridinde depolar, ambarlar, atölyeler, fabrikalar vardı. Haliç kıyısı Unkapanı’ndan Eyüp’e kadar, vapur iskeleleri, yük iskeleleri, depolar, kalafathaneler, kayıkhaneler, tamirhaneler, elektrik santrali ve fabrikalarla doluydu. Sahile genellikle vapur iskelelerinin ve yük iskelelerinin bulunduğu koridorlardan inilirdi. Deniz motorları, kamyonlar Haliç sahil şeridinde ki yük iskelelerine malzeme getirip ve götürürlerdi. Haliç sahilinde sürekli olarak bir hareketlilik yaşanırdı. Haliç kıyısında yer alan işletmeler içinde biz çocukları en çok ilgilendiren ayçiçeği yağı fabrikasıydı. Bu fabrikanın önüne her gün ay çekirdeği çuvalları yığılırdı. Ay çekirdeği çuvallarının depoya yanaşan kamyonlardan indirilmesini ve çuvalların üst üste dizilmesini zevkle izlerdik. Çünkü ay çekirdeği çuvalları kamyonlardan indirilirken muhakkak her çuvalın içinde ki malın kalite kontrolü yapılırdı. Kalite kontrolü için ucu bıçak gibi keskin kısa bir boru, çuvala batırılır ve çuvaldan numune alınırdı.
Bu numuneler kontrol edildikten sonra deponun etrafta toplanan çocuklara dağıtılırdı. Ceplerimize doldurduğumuz ay çekirdeklerini keyifle çitleye çitleye yürüyüp Ayakapı parkına yüzmeye giderdik. Parka vardığımızda dudaklarımız kapkara olurdu. Neden mi? Çünkü fabrikaya yağ çıkartılması için getirilen ay çekirdekleri hep simsiyah renkliydi de ondan! Küçük Yenikapı’nın sur girişinin köşesinde bugün artık tamamen harabe haline dönüşmüş olan tarihi Ayakapı Hamamı yer alır. Hamamın hemen arkasında ki Yenikapı Sokağında ise daha önce değindiğim tarihi Ayakapı Kilisesi bulunmakta. Bu iki tarihi eser bugün aynı kötü kaderi paylaşıyorlar. Birisi hamam vasfını yitirmiş, kereste deposu olmuş durumda, diğeri ise bir kereste deposu ile üç katlı bir binanın altında kaybolmuş durumda. Benim çocukluk yıllarımda Ayakapı hamamı henüz harabe haline dönüşmemişti ama o yıllarda da kereste deposu olarak kullanılıyordu.
Kendi küçük Tarihi Büyük bir semt Cibali
Küçükmustapaşa’nın bir kolu Cibali semtine açılır ve bu iki semt adeta iç içe geçmiş gibidir. Buranın ahalisi de Karadeniz kökenlidir. Müstantik Caddesi’nin üzerinde ki Küçükmustapaşa Hamamı’nı biraz geçtikten sonra bir yol ağzı gelir ve bu yol ağzında ki çınar ağacının bulunduğu köşeden sahile doğru kıvrılan sokağın adı Yeniyol Sokağı’dır. Bu sokak Cibali’ye iner. Sokağın başladığı köşede yer alan ağacın üzerinde ki tabelada semtin iki yazlık sinemasının, Haydar ve Güneş sinemalarının film afişleri asılı olurdu. Bu afişlere bakarak o akşam bu sinemalarda hangi filmin oynayacağını öğrenirdik.
Benim çocukluk yıllarımda bu sokağın devamında ki Nalıncı Kasım sokağında bir cam atölyesi vardı. Buradan geçerken merakla pencereden içeriye bakar ve kızıl alevin içine uzattığı bir boruyla erimiş bir cam kütlesini dışarıya çıkarttıktan sonra üfleyerek ona şekil veren cam ustalarını izlerdim. Cam ustası, fırında erimeye başlayan cam kütleyi, uygun sıcaklığa ulaştığında pipoya benzer bir boru ile fırından alır, sıcak cam kütlesini biraz üflendikten sonra soğumaya bırakırdı ve sonra yeniden erimiş cama batırarak daha büyük bir form verirdi. Bir diğer usta ise cam kepçenin içinde küre haline gelmiş olan camı, pipo biçiminde ki borusu ile sürekli olarak döndürerek cama kepçe içinde bir şekil verirdi. Bir başka yöntem ise erimiş camın bir kalıp içine dökülmesiydi.
Cam sıcakken şekillenebilme özelliğine sahip olduğu için kalıba dökülen cam kalıba göre pek çok şekillere girerdi. Ellili ve altmışlı yıllarda Cibali, küçük ve sıcacık bir semtti. Cibali’nin her yerinde yıkık dökük bir sürü tarihi eser vardı. O yıllarda burada yaşayanlar gibi bende bunların farkında bile değildim. Burası bir nevi açık hava müzesi gibiydi. Camilerin altında ki dehlizler, sarnıçlar, surlar, camiye çevrilmiş kiliselerle bir masal semti gibiydi. Cibali’nin sokakları dar ve kısadır. Sokaklar sanki birer geçit gibidirler. Bu sokaklarda eski ve çok güzel ahşap evler sıralanırdı.
Meydanda ki kahvelerde semt sakinleri dışarıya koydukları masalarda oturur, aralarında sohbet ederlerdi. Herkes birbirini tanırdı. Semtin çoğunluğunu Küçükmustapaşa’da olduğu gibi Karadenizliler oluştururdu. Cibali’nin her bir köşesinde bir cami vardı ve ezan okunmaya başlanınca ezan sesleri buradan dalga dalga civar semtlere yayılırdı. Bugün İstanbul’da sokakları ve sokak isimleri değişmeden bugünlere gelebilmiş ender semtlerden birisidir Cibali. Cibali’nin ekonomik gelişimi Unkapanı’nın ticari bir merkez olarak ortaya çıkmasıyla başlamış.
19. yüzyıla kadar İstanbul’un ticari hayatının kalbinde yer alan Unkapanı ve çevresinde ki bu ticari faaliyetler, Unkapanı’na yakın olan semtleri de hareketlendirmiş. Bu ticari hareketlilikten en çok etkilenen semtlerden birisisi Cibali olmuş ve Cibali’nin Haliç kıyıları kısa zamanda ambarlarla, depolarla, gemi yapım tersaneleriyle ve kalafat hanelerle dolmuş. Eskiden Cibali'yi İstanbul'un kimliğiyle birleştiren iki faktör varmış. Bunlardan birincisi, Cibali’de çıkan meşhur yangınlarmış. Cibali, o yıllarda depoların, ambarların bulunduğu ticari bir merkez olduğu için, sahil şeridinde bulunan kayıkhanelerin içinde kayık ve gemilerin kalafatlanması için yanıcı maddeler depolanırmış ve en ufak bir dikkatsizlik halinde burada yangın çıkarmış.
Cibali’de başlayan bu küçük bir yangınlar bazen büyüyerek şehrin diğer semtlerine sirayet edip, bir sürü semtin kül olmasına sebep olurmuş. Eğer rüzgâr kuzeydoğudan eserse, Cibali’de çıkan yangınlar özellikle o dönemde şehirde pek çok ahşap bina bulunduğu için, ciddi bir tehlike oluştururmuş. Bu nedenle o dönemlerde şehirde çıkan büyük yangın felaketlerinin birçoğu "Cibali yangınları" olarak adlandırılmış. Benim çocukluk yıllarımda bütün kereste depoları Cibali’de toplanmıştı. Bu kereste depolarının neden burada toplandığını hep merak ederdim. Aslında bu sorunun cevabı çok basitti. Cibali’nin çevresinde yer alan Vefa, Zeyrek, Küçükpazar, Süleymaniye, Haydar, Küçükmustapaşa, Çarşamba ve bunların devamında ki bütün diğer Müslüman semtlerde ki evler, daha 1960’lı yılların ortalarına kadar ahşaptı.
Bu evlerin yapımı ve tamiri için gerekli olan malzeme ise kereste idi. Cibali kapısı ve iskelesi kereste ticaretinin tarihi bir merkeziydi. Cibali Kapısı’na inen bir sokağın ismi de bu nedenle Odun İskelesi Sokağı idi. Cibali’nin kimliğini belirleyen İkinci faktör ise Cibali Tütün Fabrikası yani Reji idi. Annem 1945 yılında henüz 13 yaşında iken ablasıyla birlikte Reji’de kısa bir süre çalışmış. O yıllar savaş ve yoksulluk yıllarıymış. Reji’de küçük kızlarda çalışabiliyormuş.
Annem El Paket bölümünde çalışmış. Sabah 7.30'da işe başlayıp akşam 5'e kadar çalışırlarmış. Cibali Sigara Fabrikasında 1920'ye kadar sadece gayrimüslim kadınlar ağırlıklı olarak da Yahudi kızlar çalışırmış. Cumhuriyetin ilanından sonraki yıllarda Türk kadınları giderek ağırlık kazanmış ve bu fabrika Türk kadınlarının geniş kitleler halinde iş hayatına atıldıkları önemli yerlerden birisi olmuş. Bizim mahallede ki çocukların çoğunun annesi veya babası hatta bazılarının hem annesi hem de babası Tekel de çalıştığı için evlerine bedavadan sigara gelirdi. Mahallenin çocukları da bu sigaraları evden teker teker araklarlardı ve gizlice semtten uzakta ki bir yerlerde bu sigaraları içerdiler. Bu sigaraların dışında bir de özel sigaralar vardı.
Cumhurbaşkanı, bakanlar ve milletvekilleri için özel olarak yapılan bu sigaralar dışarda satılmazdı ama bizim elimize geçerdi. Benim aklımda kalan Cevdet Sunay ve İsmet İnönü yazılı olanlardı. Tekelin ayrıca askerler içinde özel olarak hazırladığı sigaralar vardı. Bunların içinde en düşük kaliteli olanı Asker Sigarası idi. Bu sigara er ve erbaşlara parasız olarak her aybaşında dağıtılırdı. Üzerinde asker resmi bulunan saman kâğıttan bir paketi vardı. Bedava dağıtıldığı için ne yazık ki o yıllarda pek çok genç insan sigaraya askerde alışmıştı. Asker sigarası dışında kırmızı zemin üzerine beyaz yazılarla yazılı subay sigarası ve Silahlı Kuvvetler sigaraları vardı.
27 Mayıs’ta, 27 Mayıs’ın anısına 27 Mayıs sigarası da çıkartılmıştı. O yıllarda ki en ucuz sigaralar, Birinci ve Köylü sigaralarıydı. Bunların ardından İkinci ve Bitlis sigaraları gelirdi. Belki inanmayacaksınız ama o yıllarda içilen sigaralar cinsiyet ve statü belirlerdi. Gelincik ve Bahar sigaralarını kadınlar içerdi. Birinci ve Köylü fakir sigarasıydı. Kulüp’ün hem rakısı, hem sigarası vardı. Babam Yenice içerdi. Harman, Yeni Harman’ı genellikle durumu iyi olanların sigarasıydı. Çamlıca mentollüydü. Hisar, Samsun, Bafra, Çamlıca, Sipahi, Yenice sigaraları orta hallilerin içtikleri sigaralardı. Bütün sigaralar yerli tütünden imal edilirdi. Kaçak tütün kullanılırdı ama yabancı sigara modası çok sonra ki yıllarda ortaya çıkmıştı. Benim sigarayla ilk tanışmam Çamlıca sigarası ile olmuştu. Mentollü Çamlıca sigarasının cazibesine kapılmış ve ilk sigara tecrübemi Çamlıca sigarası ile yaşamıştım.
O yıllarda henüz on iki yaşlarındaydım. Mahallede sigara içmemiz mümkün değildi. Büyükler bizi sigara içerken görse, o an eşek sudan gelinceye kadar döverlerdi. Dayağı yedikten sonra tabii ki ne babalarımıza ne de abilerimize şikâyet edebilirdik. Zaten şikâyet etsek, bir araba sopa da onlardan yerdik. Bu yüzden birkaç kafadar bir araya gelerek mahalleden kaçıp Edirnekapı da ki surların oraya gitmiştik. Surların üzerine çıktık ve orada o gün ilk sigara tecrübemi yaşadım. İlk dumanda başım fena halde dönmüş ve gözlerim kararmıştı. Mentolün genizde bıraktığı o tuhaf tadı bugün bile hala unutmuş değilim. O günden sonra bir daha mentollü sigara içmedim. Sigara içmek küçüklere mahalle raconuna göre yasaktı ve cezası da büyüktü. Sigarayı serbestçe ulu orta içebilmek için belirli bir yaşa erişmek gerekiyordu. Ancak yetişkin sayılan kişiler sigara içebiliyordu ama gene de gençler büyüklerin yanında sigara içmezlerdi.
Edirnekapı Surlarına çıkarken surların çevresinde bazen at ve eşek iskeletleri görürdük. Bugün inanılması zor gelse de o yıllarda Edirnekapı Surlarının bulunduğu alanda, kaçak olarak yaşlı ve sakat atları keserlerdi. Halk arasında at ve eşek etine ‘Nallı Kuzu’ denirdi. Kaçak olarak kesilen ve piyasaya sürülen at, eşek etlerinin, seyyar köfteciler ve lahmacuncular tarafından kıyma olarak kullandığını söylentisi yaygındı. Bu nedenle ailelerimiz tanımadığımız bilmediğimiz yerlerde, köfte ve lahmacun yemememizi tembih ederlerdi.
Cibali karakolu- Cibali Baba-Cibalikapısı
Cibali’yi ünlü kılan diğer bir faktör ise Muammer Karaca’nın oynadığı Cibali Karakolu filmiydi. Cibali Karakolu’nun baş komiseri Cafer Saba’nın eğlenceli öyküsünü anlatan bu komedi filmi, o yılların en komik filmlerinden birisiydi. Muammer Karaca bu eseri 1955 yılında "Cibali Karakolu" ismiyle önce tiyatro oyunu olarak sergilenmişti. Oyun tiyatro da 4 bin kez sahnelenmiş ve o yıllarda izlenme rekorları kırmıştı. Cibali semtindeki insanlarla semt karakolundaki polislerin yakın ilişkisinden ilham alınarak yazılan bu tiyatro eseri, Hulki Saner'in yönetmenliğinde 1966 yılında sinemaya da uyarlanmış ve bu filmde de gene Muammer Karaca oynamıştı.
Bu film sayesinde Cibali Karakolu ve dolayısıyla Cibali semti ünlenmişti. Televizyonlu yıllarda ise Nejat Uygur bu oyunu oynayarak, Cibali Karakolu’nun ününe bir ün daha katmıştı. Cibali Karakolu’nun hemen yanı başında ki tarihi sur kapısının üzerinde ki kitabede şöyle bir yazı yer alır. “Hicretin 20-857 ve Miladın 29 Mayıs’ında Bursa Subaşısı Cebe Ali Bey buradaki sur kapısını kırdırıp içeri girdiğinde halk bu civara Cibali demiştir” Halk arasında ki yaygın bir inanışa göre 1453 yılında Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'un fethi sırasında, Fatih’in komutanlarından Cebe Ali Bey sur kapısını yıkarak şehre girmiş ve onun anısına bu kapıya Cebe Ali Bey Kapısı ismi verilmiş. Bu isim ise zamanla Cibali'ye dönüşmüş. Cibali ile ilgili anlatılan bir başka rivayete göre ise; İstanbul kuşatıldığın da Osmanlı gemileri karadan denize indirilmeye başlanmış, o sırada kuşatmaya katılan Cebe Ali Bey ve arkadaşları gemilere binmemişler.
At kılından bir cebe yani post giyen Cebe Ali Bey, postunu denize atmış ve arkadaşlarıyla postun üstünden yürüyerek karşı kıyıya geçmişler. Bugünkü Cibali kapısının bulunduğu yerde ki sur kapısından şehrin içine girmişler. Halk arasında yayılan bu efsane nedeniyle bu kapının adı Cebe Ali Bey Kapısı olur ve bu isimde zamanla Cibali’ye dönüşür. İstanbul’un geçmiş yaşamı efsanelerle, rivayetlerle doludur. İnsan inanması bile gene de böyle hikâyeleri dinlemek hoşuna gidiyor. Semte adını veren Cebe Ali Bey’in yani semtteki adıyla Cibali Baba’nın kabiri bugün Cibali Karakolu binasının içinde bulunuyor. Benim çocukluk yıllarımda bu kabir sur dibinde ki yerinde açıkta duruyordu. Kabrin hemen yanı başında ise küçük Cibali Polis karakolu yer alırdı. Semtin insanları bu yeşil renkli kabrin önünden geçerken muhakkak Fatiha okurlardı. Cibali Karakol’u Polis Müzesi olarak restore edilirken karakol binası genişletilmiş ve Cibali Baba’nın kabri de binanın içinde kalmıştı. Bugün Polis Müzesi ’de terkedilmiş durumda.
Cibali Baba’nın kabri ise bu terkedilmiş binanın içinde saklı duruyor. Seferikoz Camii Cibali Kapı’nın hemen önünde Seferikoz Camisi yer alır. Caminin bir diğer ismi de Cibali Camisidir. Caminin banisi Sivrikoz Mehmet Efendidir ve camii 1495 yılında inşa edilmiştir. Bu Camiyi ilginç kılan en önemli özellik ise caminin altında yer alan ve Bizans döneminden kalma bir sarnıçtır. Bu sarnıç bugüne kadar ortaya çıkarılmış olan en büyük su toplama sarnıçlarından birisidir. Seferikoz Camisi’nin altında ki bu sarnıcın Aya Theodosia Kilisesi’ne yani Gül Cami’ye yakınlığı düşünüldüğünde, insanın aklına ister istemez sarnıcın bünyesinde bulunan ve nerelere açıldığı henüz belirlenemeyen tünellerin, galerilerin hangi amaçla yapılmış olduğu sorusunu getiriyor. Benim gibi çocukluğu Küçükmustapaşa, Fener, Balat, Ayvansaray semtlerinde geçmiş olanlar, semtin büyüklerinden bu dehlizler hakkında bir sürü hikâyeler dinlemişlerdir. Bu gizemli dehlizlerden ve mahzenlerden birisine muhakkak girip çıkmışlardır.
Bu dehlizlerin bir ucunun Tekfur Sarayı’na, bir ucunun Haliç’e, bir diğerinin Marmara'da denize ulaştığını, bir kolunun da Anemas Zindanları’nda nihayet bulduğunu dinlemişlerdir. Bu hikâyeler ne kadar doğrudur ne kadar yanlıştır bilinmez ama bu konuda sağlam bir araştırma yapılmamış olması da İstanbul’un geçmişi adına büyük bir eksikliktir. Bu dehlizlerin Bizans döneminde bir yerlerden bir yerlere gizli olarak geçiş yapmak ve gizlenmek amacıyla inşa edildiği düşünülebilir. Haliç, Marmara ve Suriçi’ne kadar ulaşan bu tünellerin şehrin dışına çıkmak için askeri ve siyasi amaçla yapılmış olabileceği de düşünülebilir. Bize çocukken bu konularla ilgili anlatılan bir ürü hikâye vardı! Güya bu dehlizler çevrede ki kiliseleri yer altından Fener’de ki Patrikhane’ye bağlıyorlardı hatta bazı hikâyelerde bu dehlizlerin Ayasofya’ya kadar uzandığı da anlatılırdı.
Kilise papazları bu dehlizlerden kimseye görünmeden geçerek, bir yerlerde buluşup gizli toplantılar yaparlarmış. İstanbul da hikâyeler, rivayetler çoktur. Bizim dönemin İstanbul çocukları bu hikâyeleri dinleyerek büyüdüler. Cibali İskelesi Cibali Kapısı’ndan geçip surdan dışarıya çıkıldığında sahilde ki Abdülezel Paşa Caddesi’ne ulaşılır. 60’lı yıllarda bu caddenin sur tarafında kalan kısmında kahveler, küçük lokantalar, kereste depoları ve bir de Yahudi Sinagogu vardı. Bugün üzerinde sadece parkların yer aldığı sahil tarafında ise Ayakapı’ya kadar uzanan kıyı şeridi boyunca atölyeler, depolar, fabrikalar, Cibali Vapur İskelesi ve İskele Camisi yer alıyordu. Bereket Konserve fabrikası, teneke kutu fabrikası, tuz fabrikası, buzhane, terazi fabrikası bu kıyıda ki en önemli işletmelerdi. O yıllarda Cibali’nin ve Küçükmustapaşa’nın arka sokaklarında ev kadınları evlerinin önüne kilimler serip, bir yandan sohpet ederler, bir yandan da konserve fabrikasından yollanan çuval dolusu bezelyeleri, taze fasulyelerini ayıklayarak, evin bütçesine katkıda bulunurlardı. Buzhanede ki dondurulmuş toriklerin kamyonlara yüklenişini merakla izlerdik. Torikleri buzhanenin üst katında ki depodan alt tarafa yanaşmış olan kamyonun içine atarlardı. Torikler taş gibi sert olduğu için ara sıra yere düşmüş olsalar bile hiçbir şey olmazdı. Cibali’den Unkapanı istikametine doğru uzanan sahil şeridinde, Tekel'e ait tekel nakliyat, levazım ve tamirhaneler yer alırdı.
Tekel'e ait motorlar Asya yakasından tütün getirip burada bulunan ve Tekel’e ait olan iskeleye indirirlerdi. Tütün balyaları hemen karşı tarafta yer alan Cibali Sigara Fabrikası’na taşınır ve burada işlenirdi. Bu alanda mavnalar, şilepler, romörkler ve çatanalar demirlerdi. Mavnaları çeken basık, tek katlı, ufak ama güçlü bir gemicik olan çatanaları seyretmeye bayılırdım. Çatananın bacası ince ve uzundur. Unkapanı ve Galata Köprülerinin altından geçerken, çatananın bacası, bacanın tam ortasında yer alan çelik bir tel vasıtasıyla gerilerek çekilirdi ve baca aşağıya yatarak arkaya devrilirdi. Çatana köprünün altından geçtikten sonra çelik tel gevşetilir ve baca tekrar yerine otururdu. Çatanaların ilginç bir taşıma sistemi vardı. Adeta bir lokomotif işlevi görürlerdi.
Arkalarına tren vagonları gibi yük taşımaları için bağlanmış olan mavnaları çekerek Haliç’teki yük iskelelerine ve tersanelere malzeme götürürlerdi. Cibali İskelesi bir işçi iskelesiydi. Reji’de çalışan ve Haliç kıyılarında oturanlar, evlerine gitmek için bu iskeleyi kullanırlardı. O yıllarda Haliç kıyılarında tam 14 tane vapur iskelesi vardı. Haliç kıyıları o yıllarda sanayi bölgesi olduğu için, bu iskelelerin çoğu işçi iskeleleriydi. Eminönü’nden kalkan Haliç vapuru sırasıyla Yemiş, Cibali, Kasımpaşa, Camialtı, Fener, Balat, Hasköy, Ayvansaray, Halıcıoğlu, Sütlüce, Defterdar, Eyüp ve Kâğıthane İskelelerine uğrardı. Unkapanı Sinagogu 18. yüzyıl ortalarına kadar Cibali özellikle Yahudilerin yoğun olarak yaşadığı bir bölge imiş. Bu nedenle Cibali Kapısı`nın isimlerden birisi de İspanya kökenli Yahudilerin adlandırdıkları Ispigas Kapısı’ymış.
O yıllarda Hahambaşılık Kançılaryası ve Hahambaşı İkametgâhı da Cibali de bulunmaktaymış. Benim hatırladığım 60’lı yıllarda Cibali’de hiç Yahudi kalmamıştı ama Abdülezelpaşa Caddesi üzerinde Unkapanı sinagogu hala yerinde duruyordu. 1698 yılında Avram paşa tarafından inşa ettirilen bu küçük sinagog, çeşitli yangınlar ve badireler atlatarak yakın tarihe kadar ulaşmıştı. Kapısının üzerinde Davut Yıldızı bulunan Unkapanı sinagogu, Yüksek Anıtlar Kurulu’nun muhalefetine rağmen, 1985 yılında Haliç çevre düzenlemesi programı çerçevesinde, Haliç kıyısında ki pek çok eserle birlikte yıkılarak tarihe gömüldü.
Cibalispor- Marjinal bir futbolcu Korsan Kemal
Bizim semtin en ünlü amatör takımı Cibalispor kulübüydü. 1950 Yılında kurulan Cibalispor, benim çocukluk yıllarımda Türkiye Liginde ki takımlara futbolcu yetiştiren en önemli amatör takımlardan birisiydi. O yıllarda Cibalispor’dan yetişen pek çok futbolcu birinci ligde ki takımlarda oynamıştı. Ata Özbay, Nedim Doğan, Zorbay, Metin, Çetin ve Kemal Kalkan kardeşler, hep Cibalispor’dan yetişmişlerdi. Küçükmustapaşa’nın futbolcu fabrikası Kalkan ailesinin çocukları yanılmıyorsam dokuz kardeştiler.
Aralarında en marjinal olanı şüphesiz Korsan Kemal lakaplı Kemal Kalkan’dı. Korsan Kemal, futbola başladığı Cibalispor’dan sonra Karagümrük’te oynamış Kayseri'ye transfer olmuş, sonra Şekerspor, Zonguldak spor ve Uşak spor formalarını giymişti. Küçükmustapaşa’da Korsan Kemal’le ilgili ilginç hikâyeler kahve sohpetlerinin değişmez konularının başında gelirdi. Korsan Kemal’i 1963 yılında Milli Takım kadrosuna çağırmışlar ama ne hikmetse onun bundan haberi olmamış. O gün felekten bir gün çalmak için kız arkadaşıyla Menekşe de ki Haylife Plajı’ndaymış. Plaj görevlilerinden birisi Korsan Kemal’e elindeki gazeteyi uzatmış ve ‘abi senin bugün Milli Takım kampında olman gerekmiyor mu?’ diye sormuş.
Korsan Kemal, gazete açıklanan Milli Takımın kadrosunda kendi adının da olduğunu görünce, sevinmiş ama ‘Ha Milli Takım Kampı ha bu kamp fark etmez boş ver!’ diye düşünerek felekten çaldığı günü yarıda kesmeyip, ancak ertesi gün Milli Takım kampına gitmiş. Gitmiş ama iş işten geçmiş, çünkü centilmenliğe aykırı davranmadığından dolayı kadrodan çıkarılmış ve eline geçen tarihi fırsatı kaçırmıştı. Diğer ilginç bir hikâye ise ilkokul yıllarıyla ilgiliydi. Yedi yıl birinci sınıfta okumuş ve sekizinci yıl ikinci sınıfa geçirmişler ama bir hafta sonra okuma yazması olmadığı için tekrar birinci sınıfa almışlar. Bu hikâyeyi duyan Uşakspor’da ki antrenörü Galip Türkkan “Bu adam okumadan böyle olduysa ya okusa ne olurdu!” diye şaşkınlığını dile getirmiş.Korsan Kemal’in 1967-68 sezonunda Uşak spor da oynadığı yıllarda, Uşak’ta oynanan Karagümrük-Uşak Spor maçında yaşananlar ise tam bir traji komik olay! Maç 1-1 devam ediyormuş ve bu maç her iki takım içinde çok önemliymiş. Çünkü Karagümrük küme düşmek üzereymiş ve Uşakspor'un da durumu pekiyi değilmiş, İkinci Lig'e veda etmemesi için bu maçı muhakkak kazanması gerekiyormuş.
Her iki takımında kıyasıya bir mücadele içinde ne yapıp ne edip bu maçı kazanmak istiyormuş. Karagümrük’ün oyuncuları ve kalecisi Korsan Kemal’e her yaklaştıklarında, “ Ulan Korsan gol atarsan eşiktekini beşiktekini beceririz" diye küfür edip, tehdit ediyorlarmış. Korsan Kemal bu küfürler ve tehditler karşısında susmayı tercih ediyormuş. Uşakspor sahası çok küçük bir sahaymış. Bu nedenle tribünde oturanlar Karagümrük kalecisinin söylediklerini duyuyorlarmış. Kaleci, Korsan Kemal’e "Ulan nankör herif, ne çabuk unuttun Karagümrüklü olduğunu! Karagümrük'ten yediğin içtiğin haram olsun! Gözüne dizine dursun bir gol daha atarsan!" diyormuş. O ara hakem Uşakspor lehine bir penaltı vermiş ve penaltıyı Uşakspor kaptanı Korsan Kemal’in atması gerekiyormuş. Hakem düdüğünü çalmış. Karagümrük kalecisi penaltıyı karşılamak için bir adım öne çıkmış. Korsan Kemal son kez topu düzeltmiş ve içinden dua ederek, şutu çekmiş. Millet "goooool" diye ayağa fırlamış ama top kale direğinin
üstünden stadın dışına uçmuş. Korsan Kemal ne yapacağını bilememiş. Tribünlerde bir homurdanma başlamış. "Gördün mü Korsan bizi sattı! Ne de olsa Karagümrük onun eski takımı!” Söylentisi yayılmaya başlamış O arada Karagümrük fırsattan istifade bir gol atmış ve Uşakspor taraftarları bu kez hep bir ağızdan, “Ulan İstanbul piçi kaça sattın ulan bizi” diye bağırmaya başlamışlar. Korsan Kemal saha kenarından antrenörüne "Ne olur beni değiştir" diye yalvarıyormuş ama antrenör "Yediğin boku temizle." diye karşılık veriyormuş. Maç Karagümrük'ün 2-1 galibiyeti ile bitmiş.
Korsan Kemal maçın bitimiyle sahada kimin yanına yanaşsa, o kişiden "Ulan bizi kaça sattın" diye yumruk yemiş ve tekmelenmiş. Zar zor kendini yakında ki hamama atmış ama taraftarlar Kemal'in peşini bırakmamışlar, hamamı taşa tutmaya başlamışlar. Hamamcının kızı, Korsan Kemal'e kendi elbiselerini giydirerek onu linçten kurtarmış ve yandaki kadınlar hamamına kaçırmış. Uşaksporlu taraftarlar hamamın camlarını taşla kırdıktan sonra kapıya yüklenmişler ve kapıyı parçalayarak hamama girmişler. Ama Korsan Kemal’i bulamamışlar. Hava karardıktan sonra da Korsan Kemal şehir dışına kaçırılmış. “
KALİMERA FENER ŞALOM BALAT” kitabımdan küçük bir alıntı
YORUMLAR