Bedii Faik’ten
Türk Diline Katkılar
PROF. DR. NEVZAT GÖZAYDIN
Günümüzün en çok kullanılan iletişim araçları olan bilgisayar ve televizyon kanallarından önce, Türkçemizi yaygınlaştıran en belli başlı araç günlük gazetelerimiz idi. Merkez yayın yeri İstanbul olmak üzere, basılıp dağıtılan bu yazılı basın araçlarının bugün artık üçüncü, hatta telefonu da düşünürsek dördüncü sırada yer alması, gelişen bilgi teknolojilerinin giderek yaygınlaşması ve uzun vadede ucuz kalması, günlük gazetelerin ve hatta haftalık veya aylık dergilerin Türkiye genelinde satış rakamlarının da çok gerilerde kalmasına yol açtı.
Yıllardan beri bilinen ve herkesçe ifade edilen bir gerçek, Türkiye’de önde gelen gazetelerin ve diğerlerinin tirajlarının bir türlü beş milyon adedi geçememesidir. Çok özel ve olağanüstü olayların körüklemesiyle bu sayı zaman zaman biraz artabilmekte, ama bu artış genel ortalamayı fazla etkilememektedir. Piyasada bayiler aracı-lığıyla - abone olarak değil - satılan en önemli gazetelerimizle ilgili son ayların sayılarına bakarsak, bu durumu somut bir biçimde görebiliriz.1
Her gazetenin okuyucu kitlesini kendisine bağlayan köşe yazarları, fıkra yazarları, yorumcuları vardır. Bunlar o gazete adı ile neredeyse özdeşleşmiş durumdadırlar. Batı dünyasındaki gazetelerde pek az rastlanan bir tür olan kısa, vurucu ve eleştirici fıkra yazısı, gazetelerimizdeki bu beğenilen ve çok
okunan imzaların ünlerinin de yaygınlaşmasını sağlamıştır. Bu yaygınlığın doğal bir sonucu da, fıkralardan oluşan seçkilerin sık sık birer kitap biçimine
sokularak okuyuculara yeniden sunulmasıdır.
Fıkra türü bir yandan yazarın mesleki bilgi, deneyim ve kültür birikiminin göstergesi olarak okuyucunun ilgisini çekmekte, diğer yandan yazıda aktarılan duygu ve düşünceler kısa, anlamlı, çarpıcı ve kolay anlaşılır cümlelerle Türk dilinin gücünü de ortaya koymaktadır. Türkçemizi yaygın olarak sevdirmede, okur sayısının yıllar içinde giderek artmasında bu tür ilginç yazıların önemli bir katkı sağladığını biliyoruz. Günlük olaylara karşı yazarın yaklaşımı,kullandığı sade, yalın, akıcı Türkçe ve farklı bir bakış açısıyla, hatta biraz da ironik yapısıyla bu yazı türü gazetelerde hemen hemen ilk olarak aranan ve okunan bölümlerdir.
440
Burada sadece en çok satılan (abone yoluyla değil!..) ilk altı gazeteye ilişkin bazı tarihleri ve sayıları
vermek istiyorum: Posta 806 bin, Hürriyet 509 bin, Sabah 357 bin, Milliyet 230 bin, Habertürk
216 bin, Vatan 181 bin (18-24 Ocak 2011); Posta 505 bin, Hürriyet 443 bin, Sabah 361 bin, Habertürk
199 bin, Milliyet 243 bin, Vatan 188 bin (1-7 Şubat 2011) ve Posta 508 bin, Hürriyet 488 bin, Sabah
365 bin, Habertürk 286 bin, Milliyet 255 bin, Vatan 185 bin (8-14 Mart 2011).
441
dirmede, okur sayısının yıllar içinde giderek artmasında bu tür ilginç yazıların
önemli bir katkı sağladığını biliyoruz. Günlük olaylara karşı yazarın yaklaşımı,
kullandığı sade, yalın, akıcı Türkçe ve farklı bir bakış açısıyla, hatta
biraz da ironik yapısıyla bu yazı türü gazetelerde hemen hemen ilk olarak aranan
ve okunan bölümlerdir.
Fıkra türünün eski ve ünlü isimlerinin birisi de Bedii Faik (Akın)’tir. Bandırma’da
1 Mayıs 1921 tarihinde doğan yazar,
İzmir’de gençlik yıllarını geçirmiş, tıp öğrenimini
yarıda bırakarak bazı değişik iş kollarında
çalışmış, sonra 1945 yılında yazarlığa başlamış-
tır. Kısa süreli olarak farklı gazetelerde mesle-
ğini yaptıktan sonra Dünya gazetesine geçmiş
ve en uzun yazı hayatını 1952-1975 yılları arasında
geçirmiştir. Bedii Faik’in ününü yaygılaş-
tıran fıkralarında kullandığı kolay anlaşılır,
yalın Türkçe akıcı bir üslupla okuyucuyu kendisine
yakınlaştırmıştır. Güncel olaylarla ilgili bakış açısı, cesur ve farklı yorumları,
zamanın yazarlarının kullandığı dile göre daha anlaşılır bir dil
kullanması, özellikle politikanın türlü cephelerindeki görüntüsüne yaklaşımı,
tatlı bir eleştiri havası içinde sergilediği vurucu örnekleri, hatta eleştiri dozunu
artırdığı ve bunun sonunda dönemin iktidar mensuplarınca mahkemelere verilip
mahkûm olması (1958), onun büyük bir okuyucu kitlesi tarafından daha
çok tanınmasını sağlamıştır.
Bedii Faik günlük politika yazılarının birinde o dönemin Türk Dil Kurumu
ile ilgili olarak şu satırları “Politika” başlığı altında aktarmıştır:
“Politika, hava gibi, duman gibi... Nereden girdiği, nerede durduğu,
nerede başlayıp nerede bittiği belli olmuyor. Maarif Vekilimizin
Dil Kurultayını açarken ‘Kurultaya politika sokulmaması’
etrafında yaptığı tavsiyeyi okuyunca, işte bu sebepten meraka düş-
müştüm. Dil Kurultayı ki, bugüne kadar bağrını sadece politikanın
rüzgârına açmıştır; iliklerine işlemiş bu tesiri, birdenbire nasıl atacak?
Atsa, nasıl farkedeceğiz? Politikanın girişi gibi çıkışını da görmek
için, politikanının bakışından sıyrılmak lazım değil midir?
Mesela sevimli Maarif Vekilimizin ‘Kurultayı politikadan uzak tutalım’
mütalaası dahi, bir politika sayılabilir.” (13 Şubat 1951)2
2 Efendime Söyliyeyim, s. 59.
Türkiye’de süreli yayın organlarından biri olan dergiciliği sürdürmek,
hele de bu işi uzun yıllar başarıyla götürmek pek kolay olmamaktadır. Son
kırk elli yılda büyük ümitlerle başlatılan, ancak bir süre sonra yayınlarına son
vermek durumunda, hatta zorunda kalan dergilerin çetelesini bile tutmak
zor... Hele bu dergiler dil, edebiyat, kültür konularında yayımlanıyor ise, acı
son daha da çabuk geliyor. Bedii Faik 26 Eylül 1950 gününde basılan “Sanatın
Kaderi” başlığı altında kaleme aldığı yazısında günümüzde de değiştirilemeyen
bu durumu bakın, nasıl yorumluyor:
“İki edebî dergi, birbirlerinin peşi sıra tehlike işareti verdiler? Satışsızlıktan
kapanıyoruz!..
Bu, yüzlercesinin kaynaştığı bir ummanda, rekabetin torpilleriyle
yaralanmış iki âciz teknenin feryadı değildir. Bizim sanat denizine indirilmiş
neşriyat teknelerini, esasen bu iki yaralı teşkil ediyordu. Fakat kulaklarımızı
tırmalıyan bu imdat çığlıkları, her iki gemi kaptanlarının
hatalarından da doğmuyor. Çünkü her iki dergide de, anlayışın, fikrin ve
sanatın ışıklı çizgileri var.
O hâlde? Evet, bu iki derginin acıklı hâli, sadece ve sadece, bu memlekette
sanatın alın yazısını tesbit etmektedir. Şimdi bu karanlık çizgi kar-
şısında, 38 inci arz dairesini endişe ile süzen batılı diplomatlar gibi, bütün
aydınlar, çenelerimiz avuçlarımızda, derin derin düşünsek yeridir. Niçin
böyle? Niçin bu memlekette, kâğıda dökülmüş şiir, cilde girmiş roman
veya çerçevelenmiş tablo, plâğa geçmiş bir şarkı kadar tutulmuyor?
...
Fakat biz millet, olarak işlediğimiz bu haksızlığı, devlet olarak katmerleştiriyoruz
ki, bu büsbütün acı: Bir ilmî travaya beş bin lira mükafat
veren devlet, amatör bir güreş şampiyonuna ne dağıtıyor? En azı on
bin! Bir Cevat Fehmi, piyesi için, bir Yahya Kemal, şiiri için, üç ile beş
binlik armağan alırlarken, bir güreşçi yirmi bine omuz silkmedi mi?
Evet, yirminci asrın sanat dünyamızın boynuna doladığı madde kemendinin,
bütün bunları yaratmakta büyük rolü vardır. Ama asrın çizdiği
bu sanat kaderinden en ziyade nasiplenen biz mi olmalıydık?”3
Bu yazıdan sonra aradan altmış yıldan fazla geçti. Değişen, olumlu yönde
gerçekleşen bir davranış görüldü mü? Hayır! Tam aksine, o günlerde revaçta
olan güreşin yerini bugün futbol, basketbol, halter ile diğer dallar aldı. Üstelik
devlet kurumlarının hepsi birbiriyle yarışırcasına başarılı görülenlere milyonlarca
lira, yüzlerce Cumhuriyet altınını, vatandaşların ödediği vergilerden
442
3 age., s. 23.
önemli bir payı bu tür beden gücü harcayanların ceplerine aktarıyor... Fikir
üreten, Türkçe ile, edebiyat ile, kültür ile yıllardan beri uğraşıp makale, şiir,
kitap yazan kalemlere hangi ölçülerle, hangi katsayılarla, hangi miktarlarda
telif veya çeviri ücreti ödendiği ortada!.. Bütün bunlara karşılık, sanki inat
olsun dercesine, Bedii Faik’in de dediği gibi, sporculara verilen ödüller, transfer
ücretleri, televizyon kanallarında saatlerce süren maç sonu yorumlar, hatta
karşılıklı tehdite ve hakarete varan konuşmalara ödenen milyonlar göz önüne
alındığında, altmış yılda hiçbir şeyin değiştirilmediği, belki de kasten değiştirilmek
istenmediği gerçeği, ‘görünen köy kılavuz istemez’ dedirtiyor insana...
Bedii Faik’in altmış yıl önce kültürümüzdeki bu hastalığa koyduğu tanı
dolayısıyla kendi çevresinde bile acı dilli, hırpalayıcı bir ifade sahibi olarak tanınmaktan
da geri kalmamıştır. Bu karakter özelliğini Orhan Veli için yazdığı
bir yazısında Orhan Veli’nin ağzından bizzat duymuştur. Ancak o bütün bu
itirazlara, karşı gelmelere ve ithamlara aldırış etmeksizin aynı ifade kalıpları
içinde tutumunu sürdürmüştür:
“İki sene evvel yazdığım bir küçük fıkrada Orhan Veli’nin bir mısraına
takılmıştım. Akşam üzeri Babıâli’yi tırmanırken, şaire rastladım.
Yanında bir dostum vardı, bizi tanıştırdı. Elimi iri avuçları arasında uzun
müddet tuttuktan sonra: ‘Yapma Bedii Faik, dedi, o benim en güzel şiirimdir’
ve ayrılırken kolumu tutarak ilave etti: ‘Espri uğruna günaha girmeye
daha ne kadar devam edeceksin?’ Hakkı vardı.” (18 Kasım 1950)4
Hemen bu alıntıdan sonra şunu da belirtmem gerekiyor. Orhan Veli’nin iki
gün önceki ölümü üzerine bu yazıyı kaleme alan Bedii Faik, aslında Orhan Veli’nin
sanatını takdir edenlerdendir. Aynı yazısının bir yerinde bunu açıkça
söyler:
“Bugün ‘alışılmış şiir’i aşmış yüzlerce istidat varsa ve eskiye iltifat edenler gittikçe törpüleniyorsa,
Orhan Veli ve arkadaşlarının eseridir.”
Bedii Faik’in kalemi hep gençlerden yanadır. Gelecek hakkındaki düşüncelerinde
hemen daima gençlerin yanında durup, onlara hak vermeyen, kötü
gözle küçümseyen, hatta onları aşağılayan, adam yerine koymayan “eski”
yolda yürüyenleri acımasızca eleştirir. Bunu yazılarında sık sık vurgulamaktan
da kaçınmaz. Bu davranışı yüzünden kendi yaşıtları olsun, daha yaşlı insanlar
olsun Bedii Faik’e yalnız kaldıklarında hak verseler bile, toplum içinde
onun sivri dilli olduğundan söz ederek etrafında görünmekten de kaçınmış-
lardır. Yine 1950 yılındaki bir yazısında “Eski-Yeni” başlığı altında gençlerin
yanında olduğunu şu sözleriyle kanıtlar:
443- TÜRK D İ L İ
4 age., s. 37.
“Niye inkâr edelim: Genç nesil, bayram nutuklarında meydan hitabelerinde
vardır da, kendinden evvelkilerin iç âlemlerinde yoktur. Köşebaşı
hoparlörlerinden gençlik üzerine yağan itimadın teneke sesini kaldırınız;
geriye korkunç bir hafifsemenin öldürücü sükûtu kalacaktır... Bana bir
avuç geçkin gösterebilir misiniz ki, biyolojik ve psikolojik zorlamalardan
on dakika sıyrılıverip, kendinden sonra gelenleri rahatça süzebilsin? Sanmıyorum.
...
Birkaç ay evvel, edebiyatta ‘eski-yeni’ mevzuunu ele alan bir akşam
gazetesinin anketine verilen cevapları hatırlıyorum. Yenileri, değil beğenen,
okuyan bir tek ‘eski’yi dahi, Diyojen gibi günlerce aramıştık. Fakat
yalnız sanatta mı? Politikada bile bir evvelki bir sonrakine omuz silkmekle
meşgul. Genç bir diplomat yahut bir devlet adamı göründü mü, kaç tanemiz
‘işler çoluk çocuğa kaldı’ demiyoruz? Nesil çekişmeleri, yeryüzü-
nün her köşesinde asırların peşi sıra sürüp gelmiştir. Ama bizdeki genç
nesil kadar, dip doruk inkâr edilenini zor gösterebilirsiniz. ... Nüfus kâ-
ğıtlarıyla övünmeye paydos demenin, bilmem vakti gelmedi mi?” (12
Ağustos 1950)5
Bedii Faik günümüzün en önemli hastalıklarından biri olan okumama
olayı üzerinde de yazılarında vurgular yapmıştır. İlkokul sıralarında başlayan
bu sıkıntının daha yüksek sınıflarda ve meslek sahibi olduktan sonra da devam
ettiğini yakından biliyoruz. Bedii Faik’in o yıllarda belirlediği ve belki de kökü
çok eskilere dayanan bu eksiklik hakkında kaleme aldığı şu satırların güncelliğinden
hiç şüphe duyabilir miyiz?
“Okumuyoruz! Kahraman ve asker bir millet olduğumuz ne kadar
doğru ise, okumayan bir millet olduğumuz da o derece hakikattir. İstatistiklerin
gösterdikleri okur yazar nispetimizin o cılız yekûnu karşısında,
beyhude telâşlanıyorsunuz. Asıl korkuncu, okuma bilenler yığınını eşelediğiniz
zaman karşınıza çıkacaktır. Çünkü bizde okuma bilenin, mektup
sökmek ve gazete başlıklarına göz gezdirmekten öteye geçişi pek
nadirdir. ... Gazete başlıklarına göz gezdiren diyorum, dikkat ediniz, gazete
okuyan değil. Çünkü gene bizde gazete okuyanların, mübalağasız yarısından
ziyadesi, iri başlıklara ve resim altlarına bakıp geçmekle
yetiniyorlar. ... Fakat bizde bunların hepsinden ziyade üzerinde durulacak
mesele, münevverin, hatta muharririn okumamasıdır. Fikir dağarcıklarını,
bitmiyen bir iştah ile mütemadiyen dolduran kaç aydınımız var?
İki elinizin parmakları, sayarken belki de artar.” (29 Ocak 1951)6
444- TÜRK D İ L İ
5 age., s. 9.
Yukarıdaki sözleri yazan Bedii Faik bugün ya-
şasaydı pek fazla bir şeyin değişmediğini resmî kayıtlardan
öğrenecekti. Kültür Bakanlığı
Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğünün
yaptırdığı bir araştırma sonuçları geçen Nisan ayı-
nın sonlarında gazetelerde yer buldu. Bu araştırmaya
göre, Türkiye’de her dört kişiden sadece biri
okuma alışkanlığına sahip... Yılda ortalama yedi
kitap okunuyor... Araştırmaya katılan 26 ildeki 7.200
kişinin verdiği cevaplara göre, %47’si kitap, %34’ü
gazete okuyor ve %12’si ise hiç kitap okumuyor...7 Bu sonuçlar karşısında Bedii
Faik altmış yıl sonra bu tabloyu da görmüş oldu dersek haksız da sayılmayız...
Kalemini edebiyatımızın farklı alanlarında eser vererek kullanan Bedii
Faik, en çok ses getiren kısa fıkralarıyla tanındığı için diğer
eserleri hakkında edebiyat tarihçileri fazla bir şey söylememişlerdir.
Güncel politikadaki olayları ele alıp onlarla ilgili
üç beş satırlık fıkraları hemen her zaman yeni bir tartışma
yaratmıştır. Türk diline her yönüyle egemen oluşu, sık
sık mecazlardan yararlanması, dilinin altındaki baklayı
her zaman açıkça ortaya koymayışı, onun yazılarının
daha da etkili olmasını sağlamıştır. Yurt dışındaki gezilerde
görüp öğrendiklerini Sam Amcanın Evinde
(1954), Bir Garip Ada (1958), Rusya’dan (1968) ve
Akıl Cumhuriyeti İsrail (1968) adlı eserlerinde aktarmıştır.
Bunların yanı sıra Yabancı (1954), Pablo’nun Gülüşü (1972) başlıklı romanları
vardır. Anılarını O Biçim (1958), Matbuat Basın Derken (Medya, 3 cilt,
2002); röportajlarını İhtilalciler Arasında Bir Gazeteci (1967) başlıkları altında
edebiyatımıza kazandırmıştır. Yalancı ile Hitler Anlatıyor adı altında yayımladığı
iki kitabının dışında asıl fıkraları Efendime Söyliyeyim (1953) ve Rüzgâr Eken
(1969)’de toplanmıştır.
Otuz yılı aşan bir süreden beri İngiltere’de yaşamakta olan Bedii Faik dilimize
ve edebiyatımıza yaptığı katkılar dolayısıyla unutulmayan isimler arasında,
kendisine özel bir yer ayrılmasını sağlamıştır. Sağlıklı günlerini
sürdürmesini diliyoruz.
445- TÜRK D İ L İ
6 age., s. 53.
7 Milliyet gazetesi, 24 Nisan 2011 Pazar, Ankara eki, s. 5.