B. Ayvazoğlu’nun “Şerif Hüseyin İzmir marşını Dinlerken”
Başlıklı yazısından bir paragrafı paylaşmak istedim.
Şerif Hüseyin’in oğlu Abdullah,
Feridun Cemal Erkin’e şunları anlatır:
“Müttefikler, daha doğrusu İngilizler,
babamı Osmanlı idaresine isyan edip
imparatorluğun düşmanlarıyla işbirliği
yapması karşılığında kendisini
Hicaz krallığına getirmek vaatlerini tuttular.
Babam gerçi Hicaz Kralı oldu;
fakat bir süre sonra Vahhabiler
kendisini düşürdüler,
Kral Suud onun yerine geçti.
Babam İngilizlerin himayesi altında Kıbrıs’a yerleşti.
Orada hastalandı, kendisini Amman’a aldım.
Uzun müddet hasta yattı, çok ızdırap çekti.
Günün birinde, ikindi vakti, sarayın bandosu
öteden beri âdet olduğu üzere bahçede konser veriyordu.
Hava sıcak, pencereler açıktı.
Bir aralık bando hepimizin bildiğimiz
İzmir Marşı’nı çalmaya başladı.
Babamın birçok eski hatıraları hafızasında
canlandırmasını önlemek için pencereyi
yavaşça kapadım. Bana seslendi:
Evlât, neden o pencereyi kapıyorsun?
İzmir Marşı’nın eski günleri
bana hatırlatmaması için değil mi?
Ben, velinimetine ihanet etmiş âsi bir kulum,
günahım büyüktür. Kral olacağımı sandım,
Tanrı beni sürgünlüğe düşürdü.
Hasta oldum, buraya sığındım.
Bırak, pencereyi aç, şu marşı dinleyeyim,
duyduğum vicdan azabının şiddeti,
o eski hatıraların canlanması ile büsbütün artsın;
bu dünyada çektiğim ızdıraptan artan
vicdan azabıyla büsbütün ağırlaşsın,
tâ ki Cenabı Hak bu günahkâr kulunu
dünyada affederek, ahirette hesap gününde
daha büyük cezadan korusun.” (s.125-126)