Sosyal medya

Sosyal medya

SOSYAL MEDYADAN
sicakyuva@gmail.com

BİR ZAMANLAR KÖY İMAMLARI

16 Ağustos 2022 - 20:38

BİR ZAMANLAR KÖY İMAMLARI
Dr. Mehmet BULUT / DİB Başkanlık Müşaviri

Makaleme bir hikâye ile başlamama izin verir misiniz? Amacımın salt hikâye anlatmak olmadığını okuyucularımın daha baştan tahmin edeceklerini ümit ederim. Aslında buna hikâye de denilmez; yaşanmış bir hadisenin hikâye edilmesi…

Hikâyeyi Kırcaali Mekâtib-i İslâmiye Müdürü Kırkkileseli Ali Rıza anlatmış Muhacir Muallimin Hikâyeleri adlı kitapçığında. Kitapçık, 1920’lerde Sofya’da, Ahali Gazetesi matbaasında basılmış. Hikâyenin başlığı “Bir Muallimin Defter-i Hatıratından” şeklinde. Bu bilgiler, hadisenin Osmanlı’nın son yıllarında, Trakya bölgemizde geçtiğini gösteriyor. Aslında burada, bir zamanlar bir kısım köy mualliminin hangi şartlarda hizmet ettiği anlatılmaya çalışılıyor ama o köy muallimi aynı zamanda köyün imamıdır. Şöyle demek daha doğru olur: İmam, bir zamanlar köy mektebinin de öğretmeniydi. Hikâyeyi özetleyerek aktarıyorum.

Yedi sekiz yıl medrese eğitimine devam eden genç medrese talebesinin, olur ya, içinde köy imamlığı/köy muallimliği iştiyakı uyanır. Hani, medrese eğitimi uzun ve ağırdır, yaşı da yirmi beşi bulmuştur; kısa zamanda hayata atılmak, bir geçim temin etmek, bir yuva kurmak ona daha makul gelmiştir. Öyleydi zaten; Osmanlı döneminde sistematik medrese eğitimini çeşitli nedenlerle tamamlayamayan ya da bu ileri eğitim sürecini tamamlamayı göze alamayan, hedefinde müderris, müftü, vaiz, kadı gibi yüksek dinî memuriyetler bulunmayan medrese öğrencilerinden bir kısmı köylerde imamet görevini seçerdi. Ama bu nasıl olacaktı? Araştırıp imamı olmayan bir köy bulunacak, gidip köy muhtarıyla, köy idaresiyle konuşulup anlaşılacak…

Zihnini bu hayalin süslediği bir sırada, medrese arkadaşı köyünden gelen mektubu kendisine okur. Mektupta, köyün emektar ve kıymetli hocasının vefat ettiğinden, köyde ezan okuyacak, namaz kıldıracak, mektebi açacak, nikâh kıyacak, cenazeleri yıkayıp namazlarını kıldıracak kimse olmadığından bahsedilmekte, uygun bir kimse bulunursa köye gönderilmesi istenmektedir. Arkadaşı daha önce köyünü çok methetmiştir: Ahalisi son derece hocaya hürmetkâr, ayrıca varlıklı insanlardır. Dolayısıyla sözü edilen köyün tam kendisine göre olduğunu düşünür. Arkadaşıyla uzun uzadıya istişare ettikten sonra bu köye gitmeye karar verir.

Ertesi sabah, erkenden yola çıkar. Yedi sekiz saatlik bir yaya yolculuğundan sonra, akşam ezanına doğru köye varır. İş güç zamanıdır, etraf son derece tenhadır. Camide akşam namazını kıldıktan sonra köy kahvehanesine gelir. Bu yolda bir gariptir, tecrübesizdir, ilk defa gurbete atılmıştır; daha baştan içinde bunun ürpertisini hisseder. Kahvenin bir kenarına ilişerek sessizce oturmaya başlar. Derken köy halkı birer ikişer kahveye gelmeye başlar, bu yabancı genç adama hoş geldin derler. İlk yadırgadığı şey, bazı kişilerin kahvede peykelere âdeta yatarcasına oturmalarıdır. Biraz sonra gelen yaşlı başlı bir köylü, kendisine kim olduğunu, nereden geldiğini sorar. Soran köy muhtarıdır. Genç hoca namzedi, sekiz yıl medresede okuduğunu, “garîbüddiyar” olduğunu, bir maişet kapısı aradığını, bu köyden olan medrese arkadaşının delaletiyle buraya geldiğini söyler. Muhtar bir iki iltifat cümlesinden sonra imam adayına;

 Hocam, sen bize lazımsın, konuşalım, pazarlığı yapalım; kısmetse bize hoca olur kalırsın diyerek köylü olarak şartlarını sıralar:

 Çocuklarımızı okutacaksın, beş vakit namazımızı kıldıracaksın, sabah namazından sonra mektebi açıp, akşam namazına kadar açık tutacaksın, cenazelerimizin gasil ve tekfinini yapacaksın, (duvarda asılı iki kırık usturayı işaret ederek) komşuları tıraş edeceksin, kahvehaneye gelen köylülerimize kahvelerini pişirip ellerine vereceksin…

Muhtar şartlarını sıralamaya devam ededursun; genç namzet sıkılmış, terlemeye başlamıştır. Bilhassa bu tıraş meselesi onu bir hayli ürkütmüştür. Bunu nasıl yapabilirdi? Berber değildi, köylünün toz toprak içinde kalmış saçını, sakalını nasıl tıraş edecekti? Cesaretini toplayıp bu tıraş işinden muaf tutulmasını söyleyecek olur, ancak daha ağzından tıraş kelimesi çıkar çıkmaz, muhtar söylemeyi unuttuğu bir şeyi hatırlar: “Ha”, der; “bunda dikkatsizlik yapmaya gelmez. Bizim rahmetli Feyzullah Hoca’nın ihtiyarlık hâliyle yaptığı bir yanlışlığı hiçbir zaman affedemem. Usturalar ikidir. Biri kellere (tabii, kastedilen saçı dökülmüş kimseler değil, o devirlerde yaygın görülen kel hastalığına müptela olanlardır) mahsustur. Bununla başkası tıraş edilemez. Bir gün ders okuturken hocayı kaldırdım, aceleyle geldi beni mektebin önünde tıraş etti. Mübarek hiç de yalan söylemezdi. Beni tıraş ettikten sonra farkına varmış ki, beni kellerin usturasıyla tıraş etmiş. Bana bunu söyleyince bir müddet hopladım ama iş işten geçmişti. Bu, aklıma geldikçe hâlâ tiksinirim. Sen gençsin, böyle hatalarda bulunma!”

Muhtar, sözünü bitirir bitirmez hocanın bir şey söylemesine fırsat vermeden köylülere dönüp, “haydi gidelim komşular” diyerek hep birden kalkarlar. Hoca büyük bir şaşkınlık ve üzüntü içindedir; o geceyi nasıl geçirdiğini bilemez. Ama sabahleyin yine de vazifesine başlar; sabah namazını kıldırıp namazdan sonra mektebi açar. Az sonra da çocuklar derse girer. İlk ders akaid konularından anlatır. Akşam olup bitenden etkilenmiş olmalı ki, ikinci ders çocuklara ahlaki konulardan, bu arada vakar, haysiyet, izzetinefis sahibi olmanın insan için ne kadar önemli olduğundan bahsetmeye başlar. Tam bu sırada elinde sopası, ayağında çarığıyla bir vatandaş sınıfa girer: “Hoca, gel beni tıraş et!”

Olan olmuştur; az önce izzetinefis sahibi olmaktan bahseden hocanın başına mektep binası âdeta yıkılmıştır. Adama, o işi yapamayacağını söyleyerek geri çevirir. Tabii, hocanın bu itirazını vatandaş muhtara ve ahaliye haber vermekte geç kalmaz. Evet, hoca, köylünün şartlarından birine riayet etmemiştir. Muhtarın tepkisi şöyle olur: “Zaten kim olduğu belirsiz. Elin açı. İki gün karnını doyurunca ters davranmaya başladı…”

 Bu sözleri duyan genç hoca, sessizce odasına gidip çantasını alır. İki gündür gördüğü her şeye üzülerek, acıyarak köyden ayrılır. Hikâye böyle… Pekâlâ, bu abartılı bir tasvir mi? Kanaatimce, değil. Yalnız sözü edilen döneme ve bölgeye has bir durum mu? Hayır, öyle de değil. Kısaca izaha çalışayım.

Hademe-i hayratın çilesi

Osmanlı’nın çöküş ve yıkılış sürecinden başlayarak Millî Mücadele yıllarında, ardından Cumhuriyet döneminde 1970’li yıllara kadar, bilhassa köy ve kasabalarda vazife gören imamlar maddi-manevi büyük mahrumiyetler yaşamışlardır. Yıllarca süren savaşların doğurduğu yokluk ve kıtlıkların bunda etkili olduğu kuşkusuzdur. Maddi yönden mağdur olmaları yanında, özellikle din görevlilerinin belli dönemlerde dışlanmaları, tezyif edilmeleri, üvey evlat muamelesine tabi tutulmaları söz konusudur.

Osmanlı döneminin son dönemlerinde olduğu gibi Cumhuriyet döneminde 1970’li yıllara kadar köylerde görev yapan imamların ücretleri köy idaresince karşılanmıştır. Vilayet ve kazalarda vazife gören hayrat hademesi ise yıllara göre Reislikten veya Vakıflar idaresinden maaş almışlardır ki, aldıkları ücret cüzi de olsa köylerde görev yapanlara nazaran durumları yine de iyi sayılırdı. Ancak din görevlilerinin idaresinin bilhassa Vakıflar Umum Müdürlüğünde olduğu 1931-1950 arası dönemde, kurumun diğer memur ve görevlilerine tanıdığı imkânlar onlara tam olarak tanınmamış, mesela ücretleri yıllar boyu artırılmamıştı. Memurların zengin sınıfından sayıldığı o yıllarda bile din görevlileri yokluk içinde hayatlarını sürdürmeye çalışmışlardı. Din görevlileri 15 Aralık 1927’de alınan bir Şûra-yı Devlet (Danıştay) kararıyla memur bile kabul edilmemişlerdi. Hâl böyle olunca, ceza hukuku yönüyle memurların lehine olan bir kısım hükümler din görevlilerine uygulanmamış, bu sebeple mesela görevleri başında tevkif edilebilmişlerdi. İmamlar da dâhil, Başkanlığın bütün personelinin devlet memurları kapsamına alınması ancak 1965 yılında olabilmiştir.

Aldıkları maaşla asli ihtiyaçlarını bile karşılayamayan, üstlendikleri vazifenin ulviyetiyle telifi gayrikabil bir maddi yoksunluk içinde kalan bu insanlar, halkın istihfaf nazarlarına muhatap olmuş, bu durumda mesleğinde liyakat sahibi olanlar bile imamlıktan ayrılarak başka geçim yolu bulmak durumunda kalmışlardı.

Köy imamları

Sözü edilen süreçte mağduriyetin en alasını köylerde halkın verdiği ücretle imamlık yapan insanlar yaşadı. 1970’li yıllara kadar köylerde imamlık yapanların ücretlerinin köylüler tarafından ödenmesi bir trajedi örneği olmuştur. Bu açıdan, hikâyedeki tasvirin abartılı olmadığını söyledim. Dönemi yaşayan mağdur on binlerce hayrat hademesi, yaşadıklarını yazabilselerdi, ciltlerle kitap oluşurdu. Kaldı ki, yaşanan bu acınası hâl, en yetkili kişiler tarafından biliniyor ve dile de getirilebiliyordu. Mesela, Diyanet İşleri Reisliğinin Şubat 1925’te görüşülen ikici bütçesinin müzakeresi sırasında söz bir ara köy imamlarına gelince, köy hayatını iyi bilen bir vekil, o günkü durum itibariyle imamın âdeta köyün hizmetkârı hâline geldiğini, kendilerinden imamlık mesleğinin vakarına yakışmayacak işler yapmalarının istendiğini söylemişti. Bunu söylerken, artık köy imamlarının bu süfliyetten kurtarılması gerektiğini de haykırıyordu. İmamın, halka muhtaç bir hizmetkâr olarak görüldüğü bir ortamda din görevlisinin itibarından söz edilebilir miydi?

Köy imamı deyip geçmemeliyiz; düşününüz ki, 1925 yılında ülkemizde 40 bin civarında köy bulunuyordu ve nüfusun yaklaşık yüzde seksenini köylüler teşkil ediyordu. 1950’ye geldiğimizde de durum fazla değişmemişti. Bu yıl itibariyle 21 milyon olan nüfusumuzun 15 milyonu köylerde yaşamakta idi. Buradan hareketle imamların çoğunun köylerde görev yaptığını söylemek zor olmayacaktır.

 Sararan ekinler ve…

Köy imamları bir yıllığına tutulurdu. Güz mevsimi, köy idaresinin, hocanın bir sonraki yıl görevine devam edip etmeyeceğine karar verdiği bir mevsimdi aynı zamanda. Bu mevsim gelince, hocada bir telaş başlardı; acaba köylü vazifesine devam ettirecek mi, yoksa göçünü toplayıp başka bir köye mi taşınacak?

1987 yılında Başkanlığımız süreli yayınlarından Diyanet Gazetesi’nde, hocalarımızın hatıratına konu alan bir seri yazı yayınlanmıştı. Bir hocamızın sözlerini hiç unutmam:

“Cami hizmetleri sırasında karşılaştığımız zorluk ve problemlerimiz daha çok köy ücreti ile çalıştığımız zamanlarda oluyordu. Şöyle ki: Biz harmandan harmana veya kasım ayından kasım ayına yıllık olarak görev yapardık. Bu geçen bir sene içinde bazı kişi ve zümrelerin doğrultusunda gitmediğimiz takdirde, hiçbir vazife aksaklığımız olmasa dahi, yıl sonunda yeni bir köy arama ihtiyacı hâsıl oluyordu. Köyde orak biçme vakti gelince ben şahsen öğle ezanı okumak için minareye çıktığımda, olgunlaşmış ekinleri görünce içime bir sevinç gelirdi: ‘Ya Rabbi, sana şükürler olsun, bu sene de yılı tamamladık.’ Bir yandan da kalbimden bir sızı geçerdi ki, acaba bu sene yenilemesinde köylü ile anlaşamazsak hangi köye eşyamı taşıyacağım? Şu bir gerçekti ki, bir köyde imamı, herhangi bir sebeple üç kişi istemese bu imamın o köyde senesini getirip ‘hakkı’nı alması büyük bir hayal olurdu...”

Etrafımızda, artık sayılar bir hayli azalmış olsa da, bu süreci yaşamış, köy ücretiyle görev yapmış neslin son temsilcilerine rastlayabiliriz.

 Hayrat hademesinin mağduriyeti sadece maddi yönle sınırlı değildi. Yıllar yılı din hizmetinde bulunan insanlar, bir taraftan değer verilmeyen bir kesim olarak telakki edilirken diğer yandan da potansiyel bir tehlike unsuru olarak görüldü. Kendilerine endişeyle, kuşku nazarlarıyla bakıldı; bu nedenle en azından göz hapsinde tutuldu. Konuyu şöyle bağlayalım: 1920’li yıllarda Yahya Afif bir makalesinde şöyle diyordu:

 “İmam deyince, arkasındaki cemaatin tam itimadını kazanmış ve Allah huzurunda kemal-i huşû masivadan tecerrüd ederek kalbi sırf Allah’a ve ibadete bağlanmış dört yüz dirhem olgun bir Müslüman hatıra gelir. Bu da sağdan soldan tırtıklanmış, yama olarak edinilmiş malûmat ile olmaz sanırım. Her ne kadar ilim, huzû ve huşû için tam ve kâmil bir sebep değilse de bilgisiz, malumatsız, vukufsuz huzû ve huşû da olamayacağını kabul etmek lazımdır.”

Yahya Afif’in, tasvir ettiği nitelikte imam yetiştirmeyi Diyanet İşleri Reisliğini kuran nesil de arzu ediyordu. Halkın sahih bir dinî bilgi ile yüzleşebilmesi için altına çizerek “İmamı okutmalıyız.” diyorlardı. Ayrıca, imamın görevini, vazifenin izzetine yaraşır bir şekilde yerine getirebilmesi için de onu maddi yönden halktan müstağni kılmak gerektiğini söylüyorlardı. Kanaatimce bu arzularında samimi idiler. Ne ki, rüzgârın ters esmeye başlamasıyla, en az bir çeyrek asır boyunca ne arzu edilen evsafta din görevlisi yetiştirilebildi ne de bu insanlar halkın eline bakmaktan kurtarılabildi.

Günümüzde din hizmetinde bulunan kardeşlerimiz, seleflerinin maruz kaldıkları sıkıntılarla kendi durumlarını bir mukayese cihetine giderlerse, bu yazı bir nebze olsun, hedefine ulaşmış olacaktır.

KAYNAK: DİYANET HABER

YORUMLAR

  • 0 Yorum