Sosyal medya

Sosyal medya

SOSYAL MEDYADAN
sicakyuva@gmail.com

UKRAYNA DÜŞÜNCELERİ –II-

02 Mart 2022 - 22:43

 Yüz hatları zarif, bal rengi gözleri masum, duruşu vakur bir soyluydu Nikola. Bütün soylular gibi günahkar ataların kanını taşıyordu. Ataları Başkırd ülkesini gasp etmiş, Kazan’ı yıkmış, Kırım’ı almış, Çerkesya’yı yaşlı bir çınarı devirir gibi kökünden kesmiş, Dağıstan’ı lime lime etmiş, Baltık’ı yakmış, İskandinavya’yı eritmişti.
Karolenjler, Capetler, Bourbonlar, Tudorlar, Windsorlar, Habsburglar gibi. Kutsalına değdiğim için affet beni ama evet, Osmanlılar gibi… Bütün hanedanlar gibi günahkardı Romanovlar.
Zarif yüz hatlı, masum bakışlı vakur duruşlu Nikola Aleksanderoviç Romanov, tahta çıktığında bu günahların mirasçısı olmayı kabul etmişti.
1918’de, bir ayaktakımı grubu tarafından eşi, çocukları ve hizmetkarları ile birlikte tutuldukları evin bodrumunda kurşuna dizilip üzerlerine asit dökülerek yok edilirken Nikola Aleksandroviç Romanov, kanını taşıdığı tüm soyluların günahlarının kefaretini ödüyordu.
İnsanın yazgısıdır bu.
Kimi zaman insan dedesinin günahını öder.
. . .
Sonrasında Enternasyonal’in sözleri çınladı Rusya’nın bereketli düzlüklerinde, soğuk bataklıklarında, Ural’da, Altay’da, Kafkas’da… ‘Uyanın esir halklar… Uyanın ve hınçla davranın… Bu köhne düzeni yıkıp başkasını kuralım… Uyanın esir halklar… Bizi yok sayanlar bilsin, bundan sonra herşey biziz, herşey bizim…’
Herşey onlarındı artık. At çobanlarının ve uşakların…
Madencilerin ve dokumacıların…
Toprağı olmayana ‘Baltık’tan Japon Denizi’ne kadar her yer senin’ diyorlardı.
Saçları saman rengi İskandinavyalının ve çekik gözlülerin… Gaga burunlu Gürcülerin ve düz suratlı Kalmukların… Tatar’ın ve Tacik’in…
Herşey herkesindi.
Bir Buryat kadının doğurduğu topal oğlan ile Petersburglu sanatkarın çocuğu yoldaştı artık…
Beraber çalışacak, beraber üretecek, beraber paylaşacaklardı…
Yeni bir dünya kurmak için eskiyi yıkmak gerek… Yaşasın Revülatsiya !
Soylular oturdukları saraylarından, konaklarından, köşklerinden çıksın…
Fırça tutan, kalem tutan ellerine kazma kürek tutuşturulsun, onlar da bizlerle birlikte toprak kazsın, taş kırsın…
Sibirya’da madenocağında çalışan yaşlı kontes, akşam olunca uyumak için çekildikleri barakayı paylaşan köylülere öyle bağırıyordu.
‘Aptal mujikler ! Evet asırlardır siz kazandınız bizler konforlu bir hayat sürdük. Ama sizin hiçbir şekilde yapamayacağınız işleri yapmamızı sağlamak içindi bu. Sizin düşünmediklerinizi düşündük, sizin yerinize sanat eserleri ürettik, sizin yerinize besteler yaptık, şehirler planladık, elimizin değdiği herşeye tanrı sanatından ilham alan incelikler kattık. Bugün yeryüzünde adınız onur çağrıştırıyorsa bu siz patates ürettiğiniz için değil, siz toprağı kazdığınız için değil, biz romanlar yazdığımız için, biz besteler yaptığımız için, biz düşünce ürettiğimiz için…’
. . .
O hercümerç çağına dair iki pencere… Pasternak’ın ‘Doktor Jivago’su ve Solijenitsin’in ‘Gulag Takımadaları’…
Birisi o devrim günlerinden kalma şiirsel bir roman, diğeri pirinç lapasının içindeki taş parçası gibi dişe gelen, can acıtan hatıralar…
Ah Rusya... vah Rusya...
‘Sen yanmazsan, ben yanmazsam… nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa…’ Buyuran Puşkin… Sadece sen ben ve o değil… İşte herkesle birlikte yandı Rus imparatorluğu. Onun ateşinin ışığında yeni bir edebiyat, yeni mimari, yeni sanat… ama eskisiyle kıyaslanmayacak kadar kaba saba… O ateşin pişirdiği birkaç deha… Şostakoviç, Nobokov, Aytmatov ve Resul Hamzat…
. . .
Koca Dünya Savaşı’nı saymazsak insanlık için iyisiyle kötüsüyle bir tecrübeydi eşitçe paylaşan halkların birliği.
Sibirya’nın avcıları, Baltık’ın balıkçıları, Don kıyısındaki orakçılar, Dağıstan’ın çobanları, Azerbaycan’ın tüccarları, Ermenistan’ın sanatçıları…
Hepsi elinde var olan herşeyi ortaya koymuştu. Bildiğini, tecrübesini, yeteneğini, emeğini… ‘Tanrı dursun gökkatındaki makamında, biz ona yarattığı insanın nelere güç yetireceğini ispat edeceğiz’ diyorlardı.
Çeçenistan’da bir yanı uçuruma bakan avulunda yaşayan yaşlı Kadiri Şeyhi Audu Vird’in dediği gibi yetmiş yıl bir kızıl bayrağın altında toplandı insanlar.
Tanrıyı da soyluları da dinlemeden… herkes birbirinin polisi, herkes birbirinin ispiyoncusu…
Felçli bir kadının yanında gece gündüz kalıp bakıcılığını yapan çekik gözlü, tıknaz, uysal Türkmen kadını demişti ki bana,
-Herşeye rağmen güzel günlerdi, aç değildik.Gündüz çalışıyor, akşam şarkılar söylüyorduk. Bir masal çağıydı geçti gitti.
. . .
Yetmiş yıl sonra… Milenyuma on kala…
Tıpkı yaşlı Şeyh Audu Vird'in yüz yıl önce dediği gibi O kızıl bayrak on beş parçaya bölündü.
Dağıldı Hitler'in diz çöktüremediği, Birleşik Devletlerin yenemediği koca Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği...
Yetmiş yılın güneşi, yağmuru, karı, fırtınası...
Yetmiş yılın teri, gözyaşı, bedduası..
Dağıtıp paramparça etti Kızıl Bayrağı.
Herkes bir parçayı alıp kendi yurduna döndü. Gazeteler adı sanı duyulmamış halkların özgürlük ilanını manşet yapıyordu.
Sayuz ölmüş, duvar yıkılmış, heykel kırılmıştı. Herkes elindeki orağı çekici bırakmış bu çöküşü hayretle şaşkınlıkla izliyordu.

Hulusi Üstün

YORUMLAR

  • 0 Yorum