Behlül Dane

Behlül Dane

Bu Hayatı Neyleyim, Bana Seni Gerek Seni...
balatfener@gmail.com

İSKİLİPLİ ATIF HOCA 'İDAM KARARI'

06 Mayıs 2021 - 17:51

Sözü hiç evirip çevirmeden söylemeliyim ki, Türkiye’de tarih spekülatörleri var. Özellikle yakın tarihe ilişkin farklı görüşler bu çerçevede yaygara malzemesi yapılıyor. Bu da yakın tarihin analitik tahlilinin yapılmasını engelliyor. Dolayısıyla her şey bir korku kuşağının içinde kalıyor.
Buna rağmen bu ayki yazımı, vaktiyle şapka yüzünden asılan İskilipli Atıf Hoca konusuna tahsis edeceğim. Çünkü 4 Şubat Atıf Hoca’nın idam yıldönümüydü. Bu konu önemlidir, zira yakın tarihe ilişkin korku kuşağının en koyu tonunda kaybolmuş konulardan biridir. Bugüne kadar da sadece spekülatif amaçların malzemesi olarak kullanılmıştır.

“Milletimiz için lâyık kıyafet”
Bilindiği gibi, Atatürk 24 Ağustos 1925 tarihinde Kastamonu’ya elinde Panama şapkasıyla gitmiş, Kastamonululara hitaben yaptığı konuşmada, “...Uygar ve milletlerarası kıyafet, bizim için, çok cevherli milletimiz için lâyık bir kıyafettir” demişti. “Onu giyeceğiz. Ayakta iskarpin veya fotin, bacakta pantolon, yelek, gömlek, kravat, yakalık, ceket ve tabiatıyla bunları tamamlamak üzere başta siper-i şemsli serpuş. Bu serpuşun adına şapka denir. Redingot gibi, bonjur gibi, smokin gibi, frak gibi, işte şapkamız!.. İsterseniz bildireyim ki, bu kadar yüksek ve önemli bir sonuca varmak için, gerekirse bazı kurbanlar da verelim...” (K. Z. Gençosman, Atatürk Ansiklopedisi, İstanbul 1981, X, 67)
Anlaşılacağı gibi, bu iş, “kurban” vermeyi göze aldıracak kadar önemliydi. İskilipli Atıf Hoca da maalesef “kurbanlar”dan biri olacaktı.

Sıradan olsa kimse ilişmezdi
İskilip'in Tophane Köyü’nde dünyaya geldiği için “İskilipli” unvanını kullanan Mehmed Atıf Hoca, tanıtılmak istendiği gibi sıradan bir “molla” değil, İstanbul gibi bir ilim merkezinde medrese eğitimini tamamladıktan sonra, Daru'l-fünununa (üniversite) girip İlahiyat Fakültesi’nden 1905’de mezun olmuş ve Kabataş Lisesi Arapça muallimliği yapmış, ayrıca da çeşitli dergi ve gazetelere yazılar yazıp kitaplar telif etmiş bir aydındı. Zaten “sıradan” olsaydı, olabilseydi kimse ona ilişmeyecek, ömrünü sehpada yitirmeyecek, başı yastıkta bitirecekti.
Fakat “önder” kimliği hiç peşini bırakmadı.
Önce, Meşihat–ı İslamiye Dairesi’nde çalışan dersiamların (asistan) mağduriyetini gidermek için yaptığı çalışmalar üzerine devrin Şeyhülislam’ı tarafından Bodrum’a sürüldü. Orada müthiş bir kıskaca alındı. Bu kıskacı kırmak için, Kırımlı İbrahim Tali Efendi’nin pasaportu ile gizlice Kırım’a gitti. Ve ancak Meşrutiyet’in ilanından bir hafta evvel İstanbul’a döndü.

Ülkesinde hizmet etmeyi seçti
1910’da onun medreselerin genel müfettişliğine getirildiğini görüyoruz. Aynı zamanda “Sebilürreşad”, “Beyan-ül Hak” ve “Mahfel” gibi dergilerde yazılar yazdı. İlmi kifayeti ve fazileti sayesinde İstanbul’da, hatta İslâm dünyasında parmakla gösterilmeye başlandı. O kadar ki, Kosova, Plevne, Üsküp ve Kırım’dan gelen heyetler, onu memleketlerine götürmek için çabaladılar. Ülkesinde baskı gördüğünü bildikleri için bir bakıma kurtarmaya çalıştılar ama Atıf Hoca ülkesinde kalıp inançlarına hizmet etmeyi seçti.
Rivayete göre Japon büyükelçisi Baron Uşida kendisini ziyaret ettiğinde Atıf Hoca’ya şöyle demiş: “Sizin gibi birkaç hoca daha olsaydı, İslamiyet bütün Doğuyu, bu arada Japonya’yı da fethederdi.”
31 Mart Olayı’nda (13 Nisan 1909) bir hafta kadar tutuklu kaldı. Suçsuz olduğu anlaşılınca serbest bırakıldı. Ama bu kez de, Mahmud Şevket Paşa’nın öldürülmesi olayına adı karıştırıldı. Sinop’a sürüldü. Çorum, Boğazlıyan ve Sungurlu'da yaklaşık 1,5 yıl sürgün hayatı yaşadıktan sonra, “bir yanlışlık” olduğu söylenerek serbest bırakıldı.
Sinop sürgünü esnasında onu tanıyan emekli imam Cevdet Soydanses, Atıf Hoca’yı “Efendi, sessiz, ağzı çok iyi lâf yapan ve eli kalem tutan biri” olarak anlatıyor.
Hoca 1919 yılında Dar-ül Hilafet-i Âliye (Yüksek Hilafet Merkezi) Medresesi İbtida-i Dahil Umum Müdürlüğü ve Medreset-ül Kudat’ta (Hakimler Okulu) Hikmet-i Teşriiyye (kanun yapma hikmetleri) Dersi Müderrisliği’ne getirildi.

1919’da Profesörler Derneği kurdular
Atıf Hoca kitaplara gömülmüş, kendi uzletinde varlık arayan bilginlerden değildi. Kendi zamanında meydana gelen tüm olaylara teşhis koyan, analiz yapan, olaylar hakkında konuşup yazan bir din bilgininin, geliri Donanma Cemiyeti’ne ait olmak üzere, “Nazar-ı Şeriatta Kuvve-i Berriye ve Bahriyenin Ehemmiyeti Ve Vücubu” yani, “Şeriata göre Deniz ve Kara Kuvvetlerinin Önemi ve Gerekliliği” üzerine eser yazdığını düşünebiliyor musunuz.
O işte böyle bir âlimdi. Hiçbir iktidar, eğer yönetemiyorsa, böyle âlimlerden hoşlanmaz. Nitekim iktidarlar Atif Hoca’dan hiç hoşlanmıyordu. Bu yüzden de başı dertten kurtulmuyordu.
Onun gibi başı dertten kurtulmayan birkaç kişi daha vardı: Bediüzzaman Molla Said Efendi (Said Nursi), Mustafa Sabri Efendi ve Ermenekli Saffet Efendi…
Hep birlikte 19 Ocak 1919’da “Müderrisler Cemiyeti”ni (profesörler derneği) kurdular. Daha sonra cemiyet, aldığı bir kararla adını “Teali-i İslam”a (İslamı yüceltme) çevirdi. (Bu cemiyet, İzmir’in işgali üzerine sert bir protesto beyannamesi yayınladı)
1922 Ramazanında Saray’daki “Huzur Dersleri”ne (Ramazanın ilk on gününde, devrin en seçkin âlimlerinin katılımıyla, Saray’da padişahın huzurunda yapılan ilmî sohbetler) “muhatap” (Huzurda doğrudan ders veren alimlere “mukarrer”, onlara soru yöneltenlerle soruları cevaplayanlara “muhatap” denirdi) olarak katıldı. (Huzur Dersleri geleneği, pek çok güzel gelenek gibi, maalesef 1922’de son bulmuştur)
Hoca, İzmir’in işgaline gösterdiği sert tepkiyi İstanbul’un işgaline de gösterdi. Kurduğu “Teali-i İslam Cemiyeti” vasıtasıyla Anadolu’nun toparlanmasına yardımcı oldu. İrşatlarıyla Anadolu’nun yüreğini diri tutmaya çalıştı.

Şapka kanunu ve protestolar
Nihayet Cumhuriyetin ilanı ve “Şapka İktisası Hakkında Kanun”un TBBM’nde kabulü...
Atatürk’ün Kastamonu gezisinde söylediklerinden ilham alan Bakanlar Kurulu, 2413 numaralı kararname ile devlet memurlarına şapka giyme mecburiyeti getirdi (02 Eylül 1925). Ardından Konya Milletvekili Refik Bey ve arkadaşları 15 Kasım 1925 tarihinde şapka dışında başlık giyilemeyeceğine ilişkin kanun teklifini TBMM’ne verdiler. Bursa Milletvekili Nureddin Paşa, tasarının Teşkilatı Esasiye Kanunu’na (anayasa) aykırı olduğunu ileri sürdüyse de dikkate alınmadı ve 671 sayılı “Şapka İktisası Hakkında Kanun” 25 Kasım 1925’te kabul edildi. 28.11.1925 günü 230 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi.
Şapka Kanunu, başta Erzurum olmak üzere Rize, Sivas, Maraş, Giresun, Kırşehir, Kayseri, Tokat, Amasya, Trabzon ve Gümüşhane’de protestolarla karşılanmıştı. Çoğu dini duyarlılıktan gelen ve kendiliğinden gelişen muhalefet, öteden beri yönetimin “makbul” saymadığı etkin bazı kişilerin kışkırtmasına bağlandı. Onlardan pek çoğu İstiklal Mahkemeleri’nde yargılandı, bazıları ağır hapis cezalarına, bazıları ise idam cezasına çarptırıldı.

Frenk Mukallitliği ve Şapka
Direnişin en şiddetli olduğu yer ise Trabzon’un hocalarıyla meşhur ilçesi Of’tu. Of, Hamidiye Kruvazörü tarafından bombalandı. (Bizim uşakların bombardıman altında, “Atma Hamidiye atma, şapka da giyeceğuz, vergi de vereceğuz” diye ağlaştıkları rivayet edilir)
Bu arada Atıf Hoca da şapka devrimi’nden bir buçuk sene önce yayınladığı “Frenk Mukallitliği ve Şapka” isimli kitabından, (yasa gereği, kitabını yayınlamadan önce Maarif Vekâleti’ne göndermiş, vekâletten izin, hattâ takdir almıştı) dolayı tutuklanmıştı.
Hoca bu eserinde, Avrupa taklitçiliğine dikkat çekiyor, müteaddit hadislere dayanarak, “Bir kavme benzemeye çalışan onlardandır… Bir Müslümanın, şiar (simge) ve alamet-i küfür addolunan (sayılan) bir şeyi zaruretsiz giymek ve takınmak suretiyle gayr-i Müslimleri (Müslüman olmayanları) taklit etmesi ve kendini onlara benzetmesi şer’an (dinen) yasaktır” diyordu.

Bediüzzaman’ın cevabı
Sevgili dostu Bediüzzaman ise bir “tevil” ile hükmü yumuşatıyor, bu sayede Batı’nın ruhuna gönüllü girmeyen milyonları “beraat” ettiriyordu.
Mahkemenin Bediüzzaman’a sorusu şöyleydi…
“Dediler: ‘Sen, yirmi senedir bir tek defa takkemizi (şapka) başına koymadın. Eski ve yeni mahkemelerin huzurunda başını açmadın, eski kıyafetinle bulundun. Halbuki on yedi milyon (Türkiye’nin o zamanki nüfusu) bu kıyafete girdi.’
“Ben de dedim: ‘On yedi milyon değil, belki yedi milyon da değil, belki rızasıyla ve kalben kabulüyle ancak yedi bin Avrupa-perest (avrupa hayranı) sarhoşların kıyafetlerine ruhsat-ı şer'iye (dini izin) ve cebr-i kanunî (kanun baskısı) cihetiyle girmektense, azîmet-i şer'iye ve takvâ (dine sıkı bağlanma ve duruş) cihetiyle, yedi milyar zatların kıyafetlerine girmeyi tercih ederim.”

“…Hocam ruhun karanlık!”
İskilipli 26 Aralık 1925 tarihinde Giresun İstiklal Mahkemesi’ne sevk edildi. İstiklal Mahkemeleri’nin astığı astık kestiği kestikti. Daha ziyade muhaliflere gözdağı vermekte kullanılıyor, bu yüzden de cezalar çok acımasız oluyordu. Buna rağmen, Giresun İstiklal Mahkemesi, Atıf Hoca’ya takipsizlik verdi.
Takipsizlik kararından sonra İstanbul’a dönen Atıf Hoca, 26 Aralık 1925’de arkadaşları ile birlikte tekrar tutuklanarak Ankara'ya sevk edildi. Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmaya başlandı. Bu kez isnat edilen suç, “halkı kanunlara karşı kışkırtmak”tı. Oysa Hoca şapka aleyhine hiç bir gösteriye katılmamıştı.
İstiklal Mahkemeleri’nin kimliği hakkında fikir vermesi bakımından mahkeme zabıtlarında yer alan hitap şekillerinden birkaçını nakledelim:
“...İnkâr filan edeyim deme! Temyizsiz, istinafsız (üst mahkemesiz) bir mahkeme karşısında bulunuyorsun. Ufak bir yalan söylersen okkanın altına gidersin.”
“…Hocam ruhun karanlık.”
“…Anlaşılıyor ki, İstiklal Mahkemesi kanunlarına biraz daha şiddet lâzım. Senin gibi muzır (zararlı) adamlara bir iki sual sorduktan sonra, hemen hükmü vermeli.”

“Türk vatanında yaşamaya hakkın yok”
Mehmed Akif’in damadı Ömer Rıza Doğrul’a mahkemede söylenen şu sözlere bakın:
“Ne olursan ol! Türk vatanında, Türk vatandaşları arasında yaşamaya hakkın yok. Sana daha açık söyleyeyim mi? Kendimizden başkasının bu toprakta oturmasını istemiyoruz… Bu Gürcülüğü, Araplığı, Çerkezliği ruhunuzdan ne vakit çıkaracaksınız bilmiyorum ki? Türkiye’de doğar, Türkiye’de büyür, burada yer, içersiniz. Niye yok Gürcüyüm, Çerkezim bilmem neyim dersiniz?”
Âdi bir suçtan dolayı Ankara İstiklal Mahkemesi’ne verilen biri, mahkeme arasında şahit olduğu manzarayı şöyle anlatıyor:
“Atıf Hoca’yı getirdiler. Kılıç Ali, Kel Ali ve Necip Ali (Mahkeme heyeti) ayağa kalktılar. Ellerinde şapkaları da var. Atıf Hoca’ya: ‘Hocam, bunu giymekte bir beis yoktur deyiver’ dediler. Fakat Atıf Hoca: ‘Hayır’ dedi.”

Âdet ile alâmet arasındaki fark
Bolulu Nizamettin Saraç anlatıyor:
“Atıf Hoca’nın muhakemesinde bulundum. Muhakemeyi reis sıfatıyla Kel Ali adıyla maruf Ali Çetinkaya yürütüyordu. Büyük bir hışımla Hoca’ya dönerek: ‘Sen şapka aleyhinde bulunmuşsun!’ dedi. Hoca sakin ve vakur bir tavırla: “Evet efendim. Şapka Kanunu çıkmadan iki sene önce, şapkanın bir Müslüman kisvesi (kıyafeti) olmadığına dair bir risale yazmıştım.’
“Kel Ali: ‘Şimdi ne yapıyorsun?’ diye sordu. Hoca: ‘Kanunlara itaat ediyorum’ cevabını verdi. Bunun üzerine Kel Ali hiddetle bağırarak: ‘Sen bilmiyor musun ki şapka da bezdir, fes de bezdir’ deyince, Hoca sükunetle: ‘Evet biliyorum, ancak Hey’et-i Hakimin (hakimlerin) arkasındaki bayrak da bezdir… ancak alâmettir… Şapka da bir alâmettir. Âdet ile alâmet arasındaki farkı düşünerek o risaleyi yazmıştım.’
“Bunun üzerine celse tatil olundu ve savunmasını yapmak için mahkeme bir gün sonrasına ertelendi.”

“Mahkeme-i Kübra’da hesaplaşırız!”
Ve nihayet 2 Şubat 1926 günü, mahkemede müdde-i umumi (savcı) Necip Ali Bey iddianamesini ve ceza taleplerini okudu. Tek idam isteği Babaeski Müftüsü


Ali Rıza Efendi hakkındaydı. Âtıf Efendi 10 senelik sürgün (kürek) cezası istenen maznunlar arasındaydı. Normalde hakimler savcının isteğinden fazla ceza vermezler, ya aynını ya da daha azını verirlerdi. Fakat öyle olmadı: Hoca’ya iki gün içinde idam cezası verildi.
İdam hükmü 04 Şubat 1926 sabahı infaz edildi.
Atıf Hoca’nın son sözü şöyleydi:
“Mahkeme-i Kübra’da hesaplaşırız!”
***
Hoca’nın ardında bıraktığı eserleri şunlardır: Mirat-ül İslam, İslam Yolu, İslam Çığırı, Din-i İslam’da Men-i Müskirat, Nazar-ı Şeriatta Kuvve-i Berriye ve Bahriye, Tesettür-ü Şer’i, Muayenet üt Talebe, Medeniyyet-i Şeriyye, Frenk Mukallitliği ve Şapka

(moral dergisi)
__________________

Her kitap, tılsımlı bir saray. Kapıları ilk gelene açılmaz.İnsan şehriyle biner trene; şehri, yani zaafları, alışkanlıkları, zilletleriyle. Her kitapta kendimizi okuruz. . Kitaplar, kadınlar, şehirler, metruk kervansaraylar gibi boş. Onları dolduran senin kafan, senin gönlün. .(cemil meriç).

Ali Haydar Efendi Ks.

Karar Gecesi Maznunlar Koğuşu

Salıyı çarşamba'ya bağlayan gece, yani sabahında mazlumlar hakkındaki kararın açıklanacağı gece… Yer: Ankara Hapishanesinin o muzdarip koğuşu… Müdafaanameleri hazırlamaları için mazlumlara tanınan bir günlük sürenin sonuna yaklaşılıyor. Herkes bir şeyler karamakla meşgul. Bütün bunlar olurken iki kadim dost var ki onlar farklı alemlerde. Ali Haydar Efendi Fetih Suresini okuyor ve mutad sayıya delalet etsin diye her okuyuşunda karyolaya bir çizik atıyor. Atıf Hoca ise sekiz sahife olarak yazdığı müdaafanamesini elinde büzmüş bekliyor. Ali Haydar Efendi:

- Atıf Efendi! Rüyada şeyhimi gördüm, bana 33 defa Fetih suresini okumamı işaret buyurdular, bu vesileyle inşaallah halas kalacağımı telkin ettiler. Siz de okuyun. Hakkınızda talep edilen mahkumiyet Allah'ın izniyle kalkar. Atıf Efendi:


- Ben de Kainatın Efendisi'ni (s.a.v.) gördüm. Bana "yanıma gelmek dururken ne diye müdafaa karalamakla uğraşıyorsun?" dedi.

Etraf sukuta büründü. Nasıl olurdu da muddeiumuminin 3 yıl hapis istediği bir davada idam kararı çıkardı. Akıl, mantık böyle bir hükmü kabullenemiyordu. Fakat rüyada görülen Allah Rasulüydü, o davet etmişti. Şeytanın onun suretine giremeyeceği hadisi sahih bir rivayetti. Atıf Hoca:


- Göreceksin Ali Haydar Efendi beni yarın asacaklar, çünkü haberi Allah Resülü (s.a.v.) verdi.Sabah Sabahın ilk ışıklarıyla mazlumlar topluca İstiklâl Mahkemesine götürüldüler. Jandarma topluluktan öncelikle Babaeski Müftüsü Ali Rıza ve Atıf Efendileri mahkemeye aldı. Jandarma ikinci defa kapıyı açtığında "sarıklılar gelsin" dedi. Ali Haydar Efendi başta olmak üzere eski tabirle ilmiyeden ne kadar zevat varsa içeriye girdiler. Kapı tekrar kapandı. 5-10 dakika sonra Ali Haydar Efendi ve diğer sarıklılar geri döndü fakat dönemeyen iki kişi vardı: Atıf Hoca ve Ali Rıza Efendi.


3 Şubat Çarşamba sabahı, mahkeme heyeti kendileri için ne ifade edecek ve neyi değiştirecekse önce maznunların müdafaalarını dinledi. Ardından "Bekleyin tekrar çağırılacaksınız ve her biriniz hakkında İstiklâl Mahkemesi'nin kararı açıklanacak." dendi. Ve Karar Söylenen saatte "mahkeme heyeti" aylarca süren davanın kararını açıklamak üzere mazlumları tekrar içeri aldı. Salona muazzam bir sessizlik hakim oldu. Herkes insanlık tarihinin o en muzdarip kararını bekliyordu. Ali Haydar Efendi ve İskipli Atıf Hoca'da ise muazzam bir tevekkül hakimdi."Erzurum, Rize, Giresun isyan hadisleriyle alakadar ve iş bu hadiselerin tertip edilmesi ve yayılmasından sorumlu ve öteden beri hükümet tarafından yapılan yenilik ve inkılap hareketlerine karşı bir muhalefet hareketi oluşturmak ve şuanki hükümet aleyhine propagandada bulunmak suçuyla 3/12/1340 (m.1925) tarihinde taht-ı tevkife alınan"… diye başlayan "karar" da, idama, mahkumiyete, ve beraata dair şu ifadeler vardı: "55. maddeden İskilipli Hoca Atıf ve Babaeski eski müftüsü Ali Rıza Efendilerin salben idamlarına… Erzurumlu Şeyh Süleyman'ın on… Fatih türbedarı Hasan Tahsin'in beş sene küreğe konulmalarına… Çeşitli bölgelerde meydana gelen isyan hadiseleriyle ilgili oldukları, iddiasıyla… Şeyh Ali Haydar, Berber Mustafa… Tahiru'l-Mevlevi beylerin haklarında iddia olunan fiillere karıştıklarına dair vicdani kanaat temin edecek kanuni deliller bulunmadığından beraatlarına ve başka bir sebeple tutuklu değillerse salı verilmelerine oy birliği ile karar verildi."

Atıf Hoca gidiyordu. Hz. Resullah'ın davetine icabet edecekti. Kararın açıklandığı an, Hoca'nın ağzından çıkanları, o günün tanıklarından Tahiru'l-Mevlevi aktarıyor: "Zalim ve katillerle elbette mahşer gününde hesaplaşacağız."


Hürriyet ve Esaret

Beraat edenler Ankara postahanesine gidip mahkeme kararını telgrafla evlerine bildiriyorlardı. Tahiru'l-Mevlevi o anı anlatırken şunları söylüyor: "Telgrafhanede Şeyh Ali Haydar Efendi'yi gördüm." "Efendi!"

-"Rüya, tabiriniz gibi çıktı." dedim ve elini öptüm. Hatta telgraf kağıdını ben yazdım."Ali Haydar Efendi'nin çocukları babalarının beraat telgrafını aldığı gün posta müvezzii İskilipli Atıf Hoca'nın evine hapishane müdürünün ağzıyla yazılan şöyle bir telgraf teslim ediyordu: "Hoca Atıf vefat etmiştir. Cevaben bildirilir."Üstadın yakınları anlatıyor: "Ali Haydar Efendi'nin beraatına sevinemedik, İskilipli Atıf Hoca'nın hanımı Zahide Hanım, kızı Melahat ağlarken biz nasıl sevinebilirdik."


İdam Atıf Hoca'ya ebedi hürriyeti armağan etti. Fakat Ali Haydar Efendi için asıl mahpusluk hürriyetten! sonra başladı. Peşine takılan hafiyeler tarafından sürekli izlendi, her hareketi gerekli yerlere rapor edildi. Öyle ki, Hacca giderken bile ardına takıldılar. Herkes farklı bir şey söylüyordu; Suriye'den toplayacağı kişilerle merkeze yürüyecek diyorlardı. Hakkında bütün bunlar söylenirken O 80 yaşına girmiş aksakallı bir ihtiyardı. Ne yapabilirdi ki? Ama korkuyorlardı. Çünkü Allah Teala göklerden yüreklerine korku yağdırıyordu.


Sılay’ın bir projesi var. İskilipli Atıf’ın mezarının yerini bulmak için çalışıyor.
Mezarın yeri tam olarak belli değil, ama bugün park olarak kullanılan bir yerde olduğu tesbit edilmiş.. DNA testi ile İskilipli Atıf’ın kemiklerini bulmak, zor ve uzak bir ihtimal değil.


İskilipli Atıf’ın hayatına malolan eser, bugün piyasada serbestçe satılıyor.. “Garp Mukallitliği” ve “Şapka Risalesi” isimli kitab yüzünden az insan asılmadı.. Şapka devrimi diye ünlenen gardrop devrimi uğruna 100’den fazla kişi idam sehpasında can verdi.


Mustafa çetin Baydar’ın Şapka Devrimi üzerine yaptığı çalışmada ulaştığı rakamlara göre şapka yüzünden en az 120 kişi idam edilmiş.. Halkı sindirmek için Hamidiye kravözörünün Rize’nin yamaçlarına topçu ateşi açtığı iddialarına bu çalışmada da yer veriliyor.. Zaten halk bu işi destanlaştırmış, “Atma Hamidiye atma, şapka da giyeceğüz, vergi de vereceğüz” diye ağıtlar yakmıştı.


Şapka giymemek için ölene kadar şehre inmeyip dağda yaşayanlar da vardı buralarda.


Resmen yargılanıp asılanlar dışında faili meçhule kurban gidenler de vardı. Bir kısmı ise zikir merasimlerine katıldığı için irticadan asılmıştı. Bunlar bu rakama dahil değil.. Bilinmeyen, zindanda ölen, gözaltında kayıplar yukarıdaki rakamların dışında..


Hani yargılama dedikse, işte o bildik yargılama türünden..
İskilipli Atıf hocaların hesabını vermesi gerekenler, kalkmış bize Menemen’in hesabını soruyor..


Menemen, bir devlet komplosudur.. Meczup esrarkeşlerin kullanıldığı adi bir provokasyondur ve birileri bu işi istismar ederek İslâm’a ve Müslümanlara hakaret etmek için bahane uydurmaktadır.. Bu cinayetin tertibinde ortaya çıkan istihbarat ve güvenlik tedbirlerinin hesabını sormayanlar, o dönemde siyasi muhalefeti bastırmak için bahane üretme gayreti içindeki çevrelerin kirli emellerinin ortaya çıkarttığı bir cinayetten yola çıkarak, bugün hâlâ bu kanlı olayın istismarını sürdürme gayreti içindedirler..


Bu iş artık Menemen halkını ve hatta Kubilay’ın akrabalarını bile bıktırmıştır. Bu iş kabak tadı vermiştir..


Ayıptır beyler.. Bu yalanı bu şekilde ilanihaye sürdüremezsiniz..
Ortada bir cinayet vardır ve bu cinayet bahane edilerek suçsuz insanlar cezalandırılmış ve terör estirilmiştir..


Bu cinayet, bugünkü adı ile bir psikolojik harp ya da kontrgerilla taktiğidir.. Esrarkeş, meczup birtakım kişiler kullanılarak ve bahane edilerek bir şehir halkı ve Müslümanlar üzerinde terör estirilmiştir..


Bugün bu konu ile ilgili internette de artık birçok belge mevcuttur.. Ciddi kaynaklarda, bu işin içyüzü ile ilgili ciddi bilgiler yer almaktadır.. Gün gelecek, Kubilay’ın şehid edilmesinin arkasındaki kirli yüzler ve bu cinayeti bahane ederek terör estirenlerin kimlikleri ve gizli planları ortaya çıkartılacaktır..


Tamam, ortada bir cinayet var, peki bunları örgütleyen, kışkırtan, planlayan kim ve bu işin arkasındaki asıl gerçek ne? Ve bir meczub nasıl bu kadar kolay bir şekilde bu işi gerçekleştirebiliyor? Bu konuda askeri yetkililerin bir ihmali yok mu? Bu işin sorumlusu kim? Kendi canını bile koruyamayan bir grub, nasıl ahalinin can güvenliğini koruyacak? Bu işi soruşturan ve sorumlularını cezalandıran var mı? Bir cinayet bahane edilerek başka cinayetler mi işletilmiştir? İlk cinayet, daha sonra işlenecek cinayeti meşrulaştırmak için de mi tertiplenmiştir? 11 Eylül komplosunu hatırlayın. Yoksa bu da öyle bir şey miydi?


Menemen davasının nasıl ve hangi şartlar altında görüldüğü bilinmektedir.. Canilerin cinayette kullandıkları ipi satan yahudi esnafı bile bu terörün kurbanı olmuştur..


Bir askere yapılan haksızlık gibi vatandaşa karşı işlenen cinayetlerin de tel’in edilmesi gerekir.. Bu olayla ilgili yapılan açıklamalarda kullanılan dil, bu çevreleri, kişi ve kurumları milletin gözünde küçük düşürücü mahiyettedir..
Menderes’i, İskilipli’yi asanlar gibi, bu olayı bahane ederek, olayla uzaktan yakından ilgisi bulunmayan, başka şehirlerdeki, ayakta durmakta güçlük çeken din bilginlerini idama gönderenler, bir gün hesap verecek ve o şahsiyetler ise hakettikleri itibara yeniden kavuşacaklardır..


İskilipli’yi astınız, ne oldu? İskilipli onu asanlardan daha saygın ve daha uzun ömürlü olacak.. Bugün mezarı bilinen, idam sehpasında can veren kişilerin mezar taşında ne yazıyor biliyor musunuz? “Mazlumen şehid” diye yazıyor!
CHP’nin güneş altında kalan kar gibi erimesinin asıl sebebi işte bu mezar taşlarına kazınan gerçekte gizli.. Bu milletin başına gelen ilk felaket değildir bu. 2. Mahmud’un emri ile bir gecede sarık gidip yerine fes giydirilmişti. Ardından şimdi fes çıkartılıp şapka giymemiz isteniyordu.. Şapka, Kurtuluş Savaşı’nda düşmanla özdeşleşmişti. Bu çok ağır geldi topluma. Kadın-erkek herkes şapka giymeye mecbur tutulunca, memurların maaşından taksit taksit kesilip kendilerine şapka tahsis edilince, gayri müslim azınlığın kullandığı şapkaları ithal edenlere gün doğmuştu. İtalya’dan piyasadaki şapkalar toplanarak eski yeni ne varsa yeniden paketlenip hizmete sunulmuştu.. Geçtiğimiz günlerde ölen Vitali Hakko, o günlerde zengin oldu.. Vakko, şapka devriminin gölgesinde bir moda devine dönüştü..


Olan oldu. Bugün hâlâ şapka devrimi, devrim yasaları arasında sayılıyor. Değiştirilmesi teklif dahi edilemez. Ama bu yasayı uygulamak, uymayanlar hakkında dava açmakla yükümlü savcılar bile şapka giymiyor.. Tabii hâlâ bey, efendi, paşa, hacı hoca demek de yasak, ama hocalar devlet memuru, devlet Diyanet eli ile hac yönetmelikleri yayınlıyor, düzenliyor.. Türbeler güya kapatılmıştı,

Hadi devam edin siz Menemen’i anlatmaya. Bir gün siz anlatmayacaksınız ve birileri size bunun hesabını soracak ve siz susacaksınız.. Bugün söyledikleriniz bile aleyhinizde delil olarak kullanılacak..

Susun bari.. Susun. Selam ve dua ile..
Kaynak: Habervakti

YORUMLAR

  • 0 Yorum