Hulusi Üstün 1002.
Küçüğüz...
Mahallenin çocuklarıyla birlikte üzerinde 'One Cent' yazan bir metal parayı inceliyoruz.
-Vay, on sent yazıyor üzerinde, dedi grubun akıllılarından birisi.
Çok biliyorum ya. Doğrusunu öğretmeliyim, diye düşündüm.
-On sent değil o. One, van okunur, van da bir demektir. O sebeple bu para on sent değil, bir senttir.
Karşımdaki kaşlarını kaldırdı
-Hayır... görmüyor musun üstünde on sent yazıyor.
-On değil, one yazıyor.
-One Amerikanca On demek işte.
-Amerikanca diye bir dil yok, onlar İngilizce konuşuyorlar. İngilizce One, van diye okunur ve bir anlamına gelir. Bu para bir sent...
-Hayır on sent.
. . .
Sağdan soldan bilen birini bulmak için etrafa bakındım, hepsi çocuk.
Google yok ki sorayım.
Nasıl aciz hissettim kendimi, nasıl kötü hissettim.
Hatırladığım kadarıyla bilmek ilk defa orada bana acı verdi.
İlk kez orada cehaletin insana nasıl bir özgüven verdiğini, nasıl bir konfor sağladığını gördüm.
Yine ilk kez orada cehaletin bilgiden daha güçlü, olduğunu anladım.
Oransal olarak destekçisi çok fazlaydı.
Öte yandan ilk defa orada, biliyor olmanın beni yapayalnız bırakacağını anladım.
. . .
Alıştım tabii bir süre sonra.
Bilmemenin konforu ve özgüveni içinde mutlu mesut yaşayan insanları anlar oldum.
'Sen haklısın, tam da öyle' gibi sihirli sözleri keşfettim.
Karşımdakine sövmüş gibi rahatlıyordum böylece kimi zaman.
Ben başka türlü de sövemem ki.
. . .
Koca adam oldum, sakalıma ak düştü.
One cent, on sent anlamına gelir diyen o toraman çocuk var ya... o da büyüdü. Onlarca, yüzlerce, binlerce gördüm onlardan.
Hayata ilişkin en büyük şikayetim onlarla karşılaşmak, onlarla birlikte yaşamak, onları görmek, onlarla konuşmak zorunda kalmak oldu.
Yoksa çok güzel yaşamak,
. . .
Bugün ısrarla yüzünü yüzüme yaklaştırarak konuşan ve bir at çobanı gibi kokan esmer polis kız ile gömleğinin yırtığından göbeği görünen hippi eskisi teyze bana çocukluğumda karşılaştığım o toraman oğlanı hatırlattı.
'One cent on sent demek' dediler.
Haklısınız, dedim.
*************
Burhan Cem Girgin
Sevgili Hulusi Üstün ben konuya biraz daha yüksek irtifadan baksam? İnsanlığın gidişi niye hep negatife? Biz meşhur çan eğrisinin sağ eteğinin ucuna mı denk geldik acaba? Bir de “cenneti arayış” içinde sağlam bir “eylemsizlik ve tembellik” arayışı değil mi? Nihayetinde cehalet aslında tembelliğin, umursamazlığın ve “düşünmez ligin” dayanılmaz rahat cenneti olabilir mi acaba? Yani insan temel ve doğal olarak efora, öğrenmeye ve gelişmeye değil de kalıcı tembelliğe mi yatkın ve belki hak ediyor?
Hulusi Üstün
Burhan Cem Girgin değil şüphesiz. İnsan akışkan, değişken bir şey. Hem birey, hem toplum değişiyor. Çevre değişiyor. Bir sürü bileşen değişiyor. Bu değişim bazı yönleriyle konfor sağlıyor, bazı yönleriyle de insanlığa zarar veriyor. Bu sürekli değişim içinde kimi dönem olumluluk, kimi dönem olumsuzluk göze batar oluyor.
Kültür, adabı muaşeret, din... Bunlar bizi binlerce yıldır belli kalıplara sokmuş. İçinde bulunduğumuz zaman bütün kalıpları kırıp döküyor. Sarsılmamız ondan. Benim şahsımda şikayet eden, mızmızlanan insan tipi aslında geçtiğimiz yüzyılın insanı. Alıştığı, genine işlemiş doğrularla yaşamak istiyor, ama o doğruların hükmü yok artık.
Şimdi başkası tarafından çizilmiş hiç bir kalıbı kabul etmeyen insan tipini görüyoruz. Bu karşılaşma bizi sarsıyor. Huzursuz olmamız biraz bu yüzden. Yoksa insanın durağanlığı tercih etmesinden değil. Bilakis... İnsan istese de duramıyor. Bütün ömrünü uyuyarak geçiren bir insan bile değişiyor, dönüşüyor.
YORUMLAR