Sur içinde bir semt Unkapanı
Tarihi Yarımada’nın sur içi semtlerinde doğanların, büyüyenlerin hayat hikâyelerinde bu tarihi semtlerin çok önemli bir yeri vardır. Bu semtler sadece onların kendi hayat hikâyelerinin değil yüzlerce yıllık iki büyük imparatorluğun geçmişini saklar. Benim hayat hikâyemde naçizane bu tarihi semtlerden birinde Unkapanı’nda başladı.1952 yılında Unkapanı Bostan Hamamı Sokak’ta bugün yerinde bir mermer atölyesinin yer aldığı bahçeli ahşap bir evde dünyaya gözlerimi açtım. Ünlü seyyahımız Evliya Çelebi de Unkapanı’nda doğmuş, bazen gezme tutkum bu semtin havasından mı suyundan mı yoksa genlerimde ki göçebelikten mi bana geçmiş diye kendi kendime sorarım.
Daha küçücük bir çocukken başımı alıp sur içinde sokaklarda dolaşıp dururdum. Babam bu gezme tutkumdan dem vurduğu zamanlarda çocukluk yıllarımda sur içi semtlerinde altı kere kaybolduğumu anlatırdı. Bir kısmını hatırladığım bu kaybolma olaylarında babam her seferinde karakol karakol dolaşarak beni arardı. Karakol dedim de, o yıllarda sur içi semtlerinde semt karakolları vardı. Her semt karakolunda bir komiser, bir komiser yardımcısı, birkaç polis ve mahalle bekçileri görev yaparlardı. Cep telefonlarının henüz yaşamımıza girmediği, ev telefonlarının lüks sayıldığı o yıllarda mahallemizde ancak bir iki varlıklı ailenin evinde telefon vardı. Telefon genellikle semt karakollarında ve eczanelerde bulunurdu. Bizim Fener Balat Çarşamba bölgesine bakan semt karakolları Cibali Karakolu, Çarşamba Karakolu, Fener ve Balat karakollarıydı. Pazarda çarşıda bir çocuk kayboldu mu veya her hangi bir sokakta bir çocuk bulundu mu semt karakollarına teslim edilirdi. O yıllar İstanbul’da mahalle kültürünün hâkim olduğu, herkesin bir birini tanıdığı, komşuluğun akrabalık sayıldığı masum yıllardı. Ben kaybolduğumda babam hemen en yakın semt karakoluna gider ve kaybolduğumu bildirirdi. Semt karakolunun polisleri diğer semt karakollarını arayarak kayıp bir çocuk bulundu mu diye sorarlardı. Mahalle kültürünün hüküm sürdüğü o yıllarda mahalle bekçileri semt ailesinin bir parçası gibiydiler. Mahalle Kültürü büyükleri küçüklere karşı mesuliyet sahibi kıldığı gibi küçükleri de büyüklere karşı saygılı kılardı.
Unkapanı’nda doğduğum ahşap bahçeli evin bulunduğu Bostan Hamamı Sokak ile hemen yakınında Cemalettin Efendi Sokak’ın kavşağında Osmanlı’ya ilk kahveyi getiren kahvecilerin piri olarak kabul edilen Şeyh Şazeli’nin tarikatına ait Şazeli Tekke Camisi yer alır. Bazen acaba kahve tutkumda buradan mı geliyor diye hep kendi kendime sorarım. Kırk yıl çay içmesem hiç aklıma gelmez ama konu kahve olunca akan sular durur. Kahvenin hemen hemen her türünü severim. İsterseniz bu kahvecilerin piri hakkında kısa bir ansiklopedik bilgi vereyim.
“Şâzelî, İstanbul halk folklorunda kahvecilerin piri olarak kabul edilmiştir. Eski İstanbul’da birçok kahvede, “Her sabah besmeleyle açılır dükkânımız / Hazret-i Şâzelî’dir pirimiz üstadımız” levhası asılı bulunurdu. Yine İstanbul’da çeşitli tarikatlara bağlı hemen bütün tekkelerin kahve ocaklarında Şeyh Şâzelî’nin adının yazılı olduğu bir levhanın yer alması, kahve hazırlayan dervişlerin ocağı uyandırır ve cezveyi ocağa sürerken Şâzeliyye pirine teveccüh etmesi bir tarikat geleneğiydi. “
Bilindiği gibi hemen hemen bütün Osmanlı padişahları bir tarikata bağlı olurlardı. Şazeli Şeyhi Muhammed Zafir’in yakın dostu olan padişah 2. Abdülhamid Şazeli Tarikatına bağlıydı. Şazeli tarikatına mensup olanlar genellikle marangozlukla uğraşırlarmış. İyi bir marangoz ustası olan Abdülhamid padişahlığı döneminde Şazeli Tarikatı tekkelerini onartmış, bu tekkelerdeki ahşap işlerinde kendi eserlerini de kullanmış. Meşhur Cibali yangınlarından nasibini alarak birkaç kez yanan Unkapanı ŞazeliTekkesi birkaç kez yeniden inşa edilmiş. Son inşa tarihi tekkenin 1886-87 tarihli tamir kitabesinden anlaşıldığı göre 2. Abdülhamid dönemine rastlamaktadır. Şazeli Tekke Camiinin içinde 2. Abdülhamit’in bizzat kendi yaptığı bir iki eser de bulunmakta.
Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında tekke ve zaviyelerin yasaklanınca, tekke 1925 yılında kapatılmış. Bir dönem öylece boş kalan harap olan tekke sonra kısa bir müddet Cumhuriyet Halk Partisi Lokali olarak kullanılmış. Daha sonra Vakıflar idaresi tarafından şahıslara kiraya verilmiş ve uzun yıllar gazino, Zeyrek Spor Kulübü Lokali ve kahvehane olarak kullanılmış. 1989 yılında Fatih Müftülüğü ve hayırseverlerin gayretiyle onarılan tekke cami olarak ibadete açılmış.
Şazeli Tekkesinin CHP Lokali olduğu yıllara yetişmedim ama Zeyrek Spor Kulübü Lokali ve kahvehane olarak kullanıldığı yılları çok net olarak hatırlıyorum. Çünkü burası babamın hemşerileri Erzincanlı türkücülerin, saz üstatlarının toplandıkları bir kahveydi. Ali Ekber Çiçek, Turan Engin ve adını bilmediğim pek çok saz üstadı ve türkücü bu kahvenin bahçesinde toplanır sohbet ederlerdi. Babamın da sesi güzeldi, çok güzel türkü okurdu. O da zaman zaman hemşerilerine katılırdı. O yıllarda İMÇ (İstanbul Manifaturacılar Çarşısı) henüz inşa edilmemiş, plakçılar çarşısı ortaya çıkmamıştı ama Bozdoğan Kemerinin hemen yakınında ki Sosyal Sigortalar bloklarında yer alan Zeynel Cümbüş Müzik Evi’nin vitrinini çeşit çeşit sazlar, bağlamalar süslerdi. Manifaturacılar çarşısı İMÇ’in önemli bir bölümünde Plakçılar Çarşısının ortaya çıkmasında sanırım Zeynel Cümbüş Müzik Evinin, bizim Erzincanlı Alevi türkücülerin, saz üstatlarının rolü büyük olmuştur.
Babam Zeyrek Spor Kulübünün dışında Unkapanı’nda ki diğer hemşeri kahvelerine de giderdi. Eve misafir geldiğinde babama haber vermek için bizim Erzincanlıların buluştukları Salihpaşa Caddesi üzerinde ki Karaman’ın Kahvesine, Sefer’in Kahvesine ve Zeyrek Spor Kulübüne bakar babamın nereye gittiğini sorardım. Kahveci babamın ne zaman geldiğini, ne zaman ayrıldığını, nereye gittiğini genellikle bilirdi. Çünkü o yıllarda babam gibi pek çok serbest meslek sahibi kahveleri ofis gibi kullanırlardı. Arayanlar onları sürekli gittikleri bu kahvelerden bulurlardı. Bu nedenle kahveden ayrılırken belki bir arayan soran olur diye genellikle nereye gittiklerini, ne zaman döneceklerini kahveciye haberdar ederlerdi. Yani kahvehaneler genellikle bir nevi büro vazifesi görürdü. Dedim ya o yıllar herkesin birbirini tanıdığı kolayca sosyalleştiği İstanbul’un masum yıllarıydı.
Salihpaşa Caddesi üzerinde ki kahvelerde babamı bulamazsam yolun karşısına geçer Unkapanı Değirmeninin hemen yanı başında ki Hıdır’ın kahvesine bakardım. Hıdır amca bu kahvenin dışında Unkapanı Bulvarı üzerinde yer alan Yazlık Bulvar Sinemasının da sahibiydi. Bazen hemşeri kontenjanından Bulvar Sinemasına bedava girerdik. 1950’li yıllar Unkapanı Erzincanlıların yoğun olarak yerleşik oldukları bir semtti. İstanbul’un henüz ‘yaya kent’ olduğu o yıllarda 1950’li 60’larda İstanbul ticaretinin kalbinin attığı Eminönü bölgesi en büyük iş potansiyeline sahipti. İstanbul’a çalışmak için Anadolu’dan gelen gurbetçiler önce bir akrabalarının yanına veya hemşerilerinin kaldığı hanlarda ki bekâr odalarına yerleşirler daha sonra iş bulup ayakları üzerinde duracak konuma geldiklerinde gene hemşerilerinin ağırlıklı yaşadıkları semtlerde bir ev kiralayıp ailelerini memleketten getirirlerdi.
Anadolu’dan gelenlerin ağırlıklı olarak yerleştikleri semtler Eminönü’ne yürüme mesafesindeki Unkapanı, Küçükpazar, Zeyrek, Haydar, Vefa, Süleymaniye semtleriydi. Denizle ilgili işlerde çalışmak için İstanbul’a göç eden Karadenizli gurbetçilerin tercihi Haliç kıyısında ki Cibali, Küçük Mustafa Paşa, Fener, Balat ve Ayvansaray bölgesiydi. Anadolu Ermenilerinin göç semti ise gene hemşerilerinin yoğun olarak çalıştıkları Kapalıçarşı’ya yürüme mesafesinde ki Langa, Yenikapı, Kumkapı, Gedikpaşa, Kadırga semtleriydi. Samatya, Yedikule tarafına gelenler ise genellikle sur dışında Kazlıçeşme’de ki deri fabrikalarında iş bakarlardı. İstanbul’a göç edenler ağırlıklı olarak hemşerilerin yoğunlaştığı iş kollarında çalışırlardı. Erzincanlılar daha doğrusu anne tarafım Surbahanlılar ağırlıklı olarak Unkapanı Değirmeni bölgesinde kümelenmişlerdi.
Unkapanı’na yerleşen bizim Erzincanlılar arasında zahire ve nakliye işi ile uğraşanlar ağırlıktaydı. Çocukluk yıllarımda Unkapanı hala zahire ticareti yapan dükkânların en önemli merkeziydi. O yılların dar sokaklara sahip yaya İstanbul’unda taşıma, nakliye işleri ağırlıklı olarak at arabaları ile yapılırdı. Arabacıların atları için satın aldıkları yemleri satan dükkânlarda Unkapanı’ndaydı. Zahire ticaretinin merkezi olan Unkapanı’nın marka değeri en büyük işletmesi ise Unkapanı Değirmeniydi. Bugün yıkık bir halde kaderine terk edilmiş olan Unkapanı Değirmeninin önemli bir bölümü üzerinde İMÇ Çarşısı bulunuyor. Değirmen o yıllarda bölgenin ekonomik yaşamına can veren, iş hayatını belirleyen, çalışmak için bölgeye gelenlerin iş kapısı olarak gördükleri en önemli işletmeydi.
EMİNÖNÜ Kitabımdan küçük bir alıntıdır
YORUMLAR