18 Temmuz 1932 tarihinde,
ülkemizin minarelerinde ezanlar
TÜRKÇE okunmaya başlanmıştı.
Hem de, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın
bir genelgesi ile Türkçe okunmaya başlanmıştı.
Bu vesileyle bir şeyleri paylaşmak istedim.
İnsanoğlu, bu yer yuvarlağında
ilginç serüvenler yaşamıştı. Birilerinin:
“siz bizim inancımızdan değilsiniz” deyip,
bir başkalarını diri diri yakmayı
uygun gördüğü zamanlar olmuştu.
Meselâ, Engizisyon dönemlerinde olduğu gibi.
Birilerinin de:
“istediğin dini ve inancı benimseyebilirsiniz,
ama “İnsan olma” ortak paydasında birleşip
bir arada yaşamanın örneklerini verebiliriz”
dediği zamanlar da yaşanmıştı.
Meselâ; 711-1492 yılları arasında,
İspanya’nın Endülüs’ünde olduğu gibi,
"La Convivencia" (bir arada yaşama)
örnekleri verilmişti.
Hem ezan okunmuş minarelerden,
hem çan çalmış kulelerden,
hem dahi hazzan okunmuş havralardan- sinagoglardan.
Bunun örneklerini İstanbul’umuzda
ve çeşitli İslâm beldelerinde de halen görmekteyiz.
Birileri, Ortaçağ boyunca, antik Yunan'ı
ve Roma'yı, puta-tapanların
pagan uygarlıkları olarak görüp,
bu uygarlıklara ait eserlerin
okunmasını dahi yasaklamıştı.
Ama birileri de, Kordoba’da,
o yasak dönemin eserlerini Arapçaya,
Latince ve İbraniceye tercüme edip
Batı’ya ve tüm dünyaya tanıtmıştı.
Birileri, 1492’de İspanya’da zulüm gören
Yahudilere kucak açmış; ama birileri de,
bu kucak açanlarla aynı dinden ve inançtan olanlara
21. Yüzyılda olanca zulmü reva görmekte.
Yıllar önce Yunanistan’a göçen Rumlar,
geçen yıllarda İstanbul’a gelmişler
ve kendilerine sormuşlardı:
“İstanbul’un en çok neyini özlüyorsunuz?”
Verdikleri cevap: “Ezanlarını,” olmuştu.
Ne dersiniz?
Ezan mı, Hazzan mı? Çan mı?
Bu sorudan sonra, yıllar önce bir ateistin,
“Hangi din?” sorusuna verdiği cevabı hatırlıyorum.
Şöyle demişti:
“Ben Ateyim. Ama bir din seçmek zorunda kalsaydım,
SON DİNİ (ezanı) tercih ederdim.”
Ne dersiniz?