Değerli okuyucu, önceki yazımızda “Sıradışı İmamdan söz etmiştik. O imamı, Milli şairimiz Merhum Âkif de anlatmıştı.
Anlatmıştı; çünkü TAVIRLI bir imamdı o.
Musikide kendine özgü bir TAVRI vardı.
Hayata karşı, özelinde bir TAVRI vardı o imamın.
Karşısındaki sultan da olsa GÜÇE karşı tavırlıydı.
Ezilene, garib-ü gurabaya karşı tavırlıydı O.
O anlatmasaydı, belki binlerce sıradışı imam gibi o da unutulup gidecekti.
Merhum Mehmet Âkif, Hilvanda (Mısır) 15 Haziran 1347/1931 tarihli bir şiir yazmıştı. Şiir, “Said Paşa İmamı” başlığını taşıyor ve o imamı anlatıyordu. Ama önce bir akşamüstü sahildeki bir yalının ihtişamını şu mısralarla resmediyordu:
Coşar âvizeler artık, köpürür kandiller;
Bu ışık çağlayanından bütün âfâk inler!
Yalının cebhesi, Ülker gibi, baştan başa nûr;
Nîm açık pencereler, reng ü ziyâdan mahmûr.
Al, yeşil, mâvi fenerlerle donanmış kıyılar;
Serv-i sîmînler atılmış suya, titrer par par.”
Dalgalardan seken üç çifte kayıklar sökerek,
Süzülür sâhile, şâhin gibi, yüzlerce kürek.
Bir taraftan bu akın yükseledursun karaya;
Bir taraftan dökülür öndeki saflar saraya.
Rıhtımın taşları, zümrüt gibi, İran halısı:
Suda bitmiş çemen, üstünde de Sultan yalısı!
Herkes Yalıda
Ve sonra da, davetli davetsiz herkesin akın akın yalıya gelişini, yatsı ezanından sonra namazın kılınışını kendi üslubu ile şöyle dillendirir Merhum:
Ama birçokları davetli değilmiş, kime ne?
Bu açılmaz kapılar, şimdi, açık her gelene.
Yatsı bir hayli geçer, çifte ezanlar verilir;
Yazma seccâdeler artık yere, boy boy, serilir.
Doğrulur Kıbleye herkes, kılınır şimdi namaz;
Derken âmin çekilip arz edilir Hakka niyaz.
Davete icabet Gecikince
Yalıdaki bunca telaş, hazırlık, mevlid merasimi içindir. Sıradışı İmam ise, Valde Sultan tarafından yalıya mevlit okuması için davet edilmiştir.
Ama Hoca gelememiştir davete. Bu arada başlamıştır bir dedi kodu:
- Başlayın mevlide!
- Lâkin, hani? Mevlidhan yok!
- Sordurun!
- Hiç de gören bir kişi, bir tek can yok!
-Üsküdardan gelecek sözde, olur şey mi ki bu?
Bâri söz verme...
- Adam sen de, bırak meczûbu!
- Bence aynıyle kerâmet delinin gelmediği:
Şu ilâhicilerin hepsi okur ondan iyi...
- Bilemem.
- Dinlediniz şimdi...
- Evet, çok yüksek...
Ama hazretle kıyâs etmeye gelmez.
- Ne demek?
- O anaç bülbüle eş beslemez artık yuvalar.
- Pek uçurdun, a beyim!
- Yok, ben uçurmam, o uçar.
Sâde bir gelse... Fakat gelmedi, bilmem ki neden?”
Harem Ağası Devrede
Mevlithan gelmeyince Harem ağası oradaki sıradan okuyuculara emir verir mevlidin başlaması için. Ama Vâlide Sultan, biraz da Harem ağasının gazıyla gazaba gelmiş ve hocaya olan gazabını şu cümlelerle dillendirmiştir.
“Bir saray halkını -sultanla berâber- hiçe say;
Bunca dâvetliyi, dâvetsizi beklet bir alay;
“Oyun ettim size; hey sersem adamlar! diye, gül!
Çekilir nağme değil... Neymiş, anaçmış bülbül!
- Kim bilir, özrü mü var?
- Dinleyemem varsa bile!
Aman Ya Rabbi! O Ses de Ne?
Amatör mevlitçiler okuyup “Âmin” çekerken, uzaklardan; karşı sahilden karanlıkları delip gelen müthiş bir ses işitilir. Aman Ya Rab! Sanki
“Gecenin kalbi durur; ürperir inler, cinler;
Açılan pencereler, göz kulak olmuş, dinler. (………)
Boğazın her tarafından bir İlâhî inşâd:
Sultân-ı Rusül, Şâh-ı Mümeccedsin, efendim!
Biçârelere devlet-i sermedsin, efendim!
Menşûr-i “Le amrükle müeyyedsin efendim!
Dîvân-ı İlâhîde ser-âmedsin, efendim!
Sen Ahmed -ü Mahmûd- u Muhammedsin efendim!
Hakdan bize Sultân-ı Müebbedsin, efendim!””
Bu Ses, O Ses
Evet, bu ses Sıradışı İmamın sesidir ve onu köhne bir kayık yalıya aktarır. Hocayı kapıda karşılayan Valide Sultan:
“Nerde kaldın, hoca? der o zaman,
Sen de kalleşlik edersen, bize eyvahlar ola!
Böyle demiştir demesine Valde Sultan, ama Sıradışı İmam, gariban, fakir fukara babasıdır. Mazeretini, kızı ölmüş acılı bir annenin feryadını şöyle beyan eder Sultana:
- Henüz akşamdı ki, gelsem diye, düştüm de yola,
Yürüdüm haylice... Derken -hele sen kısmete bak!
Öteden karşıma bir yaşlıca hâtun çıkarak,
“Azıcık dursana, oğlum! dedi. Durdum, nâçar.
- Göğsün îmanlıya benzer, sana bir hizmet var,
Ama reddetme ki, zâten beni mahvetmiş ölüm:
Bir perîşan anayım, dağ gibi evlâd gömdüm!
Kızımın cânı için, bâri bu kırkıncı gece,
Şöyle bir mevlid okutsam, diyorum, kendimce.
Nasıl etsem? Okuyan çok ya, benim yufka elim...
Hocasın, elbet okursun; hadi oğlum, gidelim.
Ne olur bir yorulursan, hadi, bekletme, günah!
Sen benim yavrumu şâd et ki, rızâen lillâh,
İki dünyâda azîz eylesin Allah da seni.
Hâtunun sözleri dîvâneye döndürdü beni;
Ne saray kaldı hayâlimde, ne sultan, ne filân;
“Çile dolsun, yürü öyleyse, dedim, oldu olan!
Size yüzlerce adam mevlid okur benden iyi,
Ama bîçâre kızın, bağrı yanık, anneciği,
Yoklasın merdini, nâ-merdini, insan diyerek,
Eli yüzlerce heyûlâya değip boş dönecek!
Fukarânın seneler, belki, siler göz yaşını;
Hangi taş pekse, hemen vurmaya baksın başını,
Elin evlâdına yanmaz parasız bir kimse!
Çâresizdim sizi bekletmede, beklettimse.”
Sıradışı İmamın bu sözleri üzerine çok duygulanır Vâlide Sulan:
- Hoca! Der. Beni ağlatma, yeter!
Yeniden mevlid okursun bize, dâvâ da biter.”
Ne dersiniz, bu sıradışı imam bizi de ağlattı değil mi??”
Bakışlarını Masivadan Sakındıran İmam
Akifin bu şiirinden sonra, onunla ilgili bir anekdotla yazımızı noktalayalım:
“…Gerçekten güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Öyleyse bir işi bitirince diğerine başla. Ve Yalnız Rabbine yönel!”
Hasan Rıza Efendi, koynunda bulundurduğu yün yumaklarından çorap, takke ve şemle (hanımlar için başörtüsü) örermiş. Yanında taşıdığı makasıyla, mevlit esnasında oturduğu pöstekilerin yünlerini kesip onlardan hemen orada iplik eğirirmiş .
“Gözlerinizi yoruyorsunuz,” diye uyaranlara da cevabı hazırmış:
“Nazarımı masivadan vikaye ediyorum.” Dermiş.Kahve kutusunu da yanından ayırmaz, bazen avucuyla ağzına atar, bazen de enfiye gibi burnuna çekermiş.
Sayıları 140 bini aşan Diyanet Camiasında SIRADIŞI HASAN RIZALARIN sayılarının ziyadeleşmesi dilek ve dualarımızla..