ŞİİR VE ŞAİR HAKKINDA YAZAR MISINIZ HOCAM??
Değerli bir Kardeşim, bendenize sormuş ve demiş ki:
“Hocam, Kitabımızda şairlerle ilgili bir ayet vardır ya.
O ayetle ilgili bir paylaşım yapar mısınız?”
Ben de, Merhum Seyyit Kutup’un tefsirine baktım.
Her çeşit güzelin, güzel sanatların yanında olan
Kur’an’ın Şuara suresindeki ilgili ayetleri okudum.
224, 225,226. ayetler şöyle buyuruyordu:
“ Şairlere gelince ancak amaçsız,
havai insanlar onların peşinden gider.
Görmüyor musun ki, onlar her vadiye dalarlar.
Ve yapmadıklarını söylerler.”
Ayetlerde, hiçbir ulvi amacı olmayan,
söz, düşünce ve bilincin her vadisine
dalarak, ütopik, uçuk yazılan şiir türü,
söylediklerini asla uygulamayan şair yeriliyor.
Çünkü onların yazdıklarının hayatta
bir gerçekliği ve pratiği yoktur.
İslam ise, hayatın gerçeklerini
olduğu gibi karşılamayı, onlardan kaçıp
ütopya türü hayallere yönelmemeyi tercih eder, sever.
İslâm, uçup giden kuruntulara, hayallere
mümkün ölçüde kapılmamayı,
onların kökünü kazımayı ister bizden.
İslâm, bizdeki gücün, yüce hayallerin
gerçekleştirilmesi uğrunda harcamasını öngörür.
Yoksa İslam, ŞİİRE ve sanatın kendisine karşı SAVAŞ AÇMAZ.
Ayetler yüzeysel olarak değerlendirilince,
belki böyle bir yargıya varabilir insan;
ama gerçek öyle değildir.
Aslında Kur’an, kalpleri ve akılları
bu evrenin harika sanat güzelliklerine
ve insan ruhunun derinliklerine yöneltir.
Dikkatlerini bu alanlara çeker.
Bunlar ise şiir ve sanatın ana malzemesidir.
İman eden, hayatlarını hayırlı bir yola
programlamış olan şairler
ve edipler ise övgüye mazhardırlar.
Çünkü onlar, soyut düşünce
ve hayallerle oyalanmayıp;
düşünce, güçlerini ve enerjilerini,
güzel olana ve iyi işlere yöneltmişlerdir.
Peygamberimiz (s.a.s) döneminde,
O’nun övgüsüne mazhar olan nice şairler vardı.
Hasan İbni Sabit, Ka’b İbni Malik,
Ve Abdurrahman İbni Revaha bunlardandı.
Koca Şair Ka’b, Allah resulüne:
“Ya RASÛLALLAH!
Yüce Allah şairler hakkında
indireceklerini indirdi.
Artık bu işi BIRAKIYORUM” demişti de,
Hz.Peygamber (s.a.s) ona şu cevabı vermişti:
“Mü’min, hem kılıcı, hem diliyle savaşır.
Canımı elinde tutan Allah’a yemin ederim ki,
dil ile onlara söylediğiniz HER SÖZ,
yayından fırlayan bir OK GİBİ
onların üzerinde etki yapmaktadır.
(Bu hadisi İmam Ahmet rivayet etmiştir.)
İslâm’ın, bir sanatı ve sanatçıyı onaylaması için
onun direk olarak İslâm’ı savunması da şart değildir.
Müslümanın bilinciyle bütünleşmiş bir bakışla
ortaya konulan her sanat, her edebi eser,
İslam’ın hoş göreceği, sıcak bakacağı bir sanattır.
Bu amaca yönelik sanatçılarımızın,
şair ve ediplerimizin sayılarının ziyadeleşmesi
dilek ve dualarımızla..
---------
Üstad Recep Bey, onu işin uzmanları hesaplasın ve açıklasın ama uzmanlar arasında sadece AYIDAN YANA olanlar değil; ALİden yana da bulunsun... Şu kısa açıklama sorunuza kısmen cevap olur mu bilmiyorum.
AFOROZ EDİLEN BİLİM ADAMI
Az çok mürekkep yalayan herkes bilir ki,
bir zamanlar İslâm dünyasında İbn. Sinalar,
Farabiler, İbn. Rüşd ve Kindiler yaşıyordu.
Bu adamlar fizikte, tıpta, astronomide....
dev adımlar atarak İslâm dünyasına
parlak bir ufuk açmışlardı.
Buhara, Semerkant, Bağdat, Şam, Konya, Bursa
ve İstanbul gibi önemli bilim merkezleri vardı.
Dünyanın yuvarlaklığı ve belli bir yörüngede döndüğü,
ekvatorun çevresi bu güne yakın bir rakamla biliniyor
ve bu bilgi tartışma götürmez bir gerçekti.
İçimizde dünden habersiz olan ve:
“ İslâm dünyası neden geri kalmış.
Elin oğlu ayda cirit atıyor, biz yayayız
ve birbirimizle boğuşuyoruz….”
diyenlerimiz az değil maalesef.
“Neden geri kalmışız?” Sorusu, gerçekten
üzerinde durulması gerekli bir soru.
Ama Batı’nın tarih boyunca parlak
bir dönem yaşadığını sanmak;
İslâm dünyasının da hep geri kaldığını düşünmek,
hele hele bu geri kalışa dinimizin yol açtığını iddia etmek
bizim cehaletimizden kaynaklansa gerek.
Dünün Avrupasında “Dünya dönüyor” dediği için
idam sehpasında sallandırılan Galile’den,
yazdığı eserden dolayı aforoz edilen Kopernik’ten
haberi olmayanların, dünden bugüne akıp giden
tarihsel süreci bilmeyenlerin, bu tarz bir düşünceye
sahip olmaları gayet doğaldır.
Bu bağlamda Kopernik’i (1473-1543) hatırlayalım isterim.
O, Polonya’nın Torun kentinde zengin bir ailenin
çocuğu olarak dünyaya geldi.
Uzun süren bir öğrenim döneminden geçti.
33 yaşındayken Frauenburg Katedrali rahipliğini
üstlenmek üzere ülkesine döndü.
1543 yılındaki ölümüne dek, teoloji, matematik
ve fizik gibi çeşitli bilim alanlarında çalışmalar yaptı.
O dönemin Ortaçağ gökbilim düşüncesine göre;
yıldızlar, gökyüzünde çakılı ve dönen birer küreydi.
Dünyamız da, bu kürenin merkezinde sabit bir
konuma sahipti ve dümdüzdü. Çevresinde Ay,
Güneş ve gezegenleri taşıyan iç içe
bir dizi kristal küme bulunuyordu.
Bu, “Tanrısal bir düzen” idi. Böylece insan,
evrenin merkezinde olma onurunu taşıyordu.
Kilisenin bir adamı olan Kopernik,
kilisenin geliştirdiği bu düşünceye büyük bir
darbe vurarak karşı çıkıyor
ve şöyle diyordu:
- Gezegenleri taşıyan gök küreleri, dünyanın değil;
Güneş’in çevresinde dönmektedirler.
- Dünya, kendi ekseni çevresinde günlük, Güneş’in çevresindeyse yıllık dönüşler yapar.
“Göksel Kürelerin Hareketi Üzerine” adlı eseri,
basılmak üzereyken Kopernik hastalandı.
Ailesi ve dostları, ölmek üzere olan Kopernik’e,
son gününde yeni basılan kitabını gösterebildiler.
Gelin görün ki, onun ölümünden sonra, bu kitap
kilise tarafından büyük bir tepkiyle karşılandı.
Eser, 1882 yılına kadar kilisenin yasakladığı
kitaplar arasında yer aldı.
Ne dersiniz? Satır aralarında cevap bulabildiniz mi?